Tüm dehşetlerin arasından onları yok ederek sıyrılıp süregelen, tüm cehennem kaçkını yaratıkların gücünden daha kudretli, zamanı ve mekanı yenebilen bir kavram gelişmiştir Sosaria’da; dostluk.
Benim için, zor bir anda elimde sıkı sıkıya tuttuğum kılıçtan daha güven vericidir yanımda bulunan bir dost. Mesleklerimizin, amaçlarımızın ve kavradığımız erdemlerin ötesinde, dostlarımızla hayatlarımızı ve benliğimizi paylaşırız ve bu tehlikelerle dolu mistik dünyamızdaki en güven verici şeydir.
Sosaria’daki en kudretli kavramdır. Yaşadığımız dünyanın bir getirisidir bu. Ve bu dünya varoldukça dostluk ta hiç ölmeyecektir.
Şimdi şükrediyorum ki birçok dostum oldu. Tanıştığım insanların çok az bir kısmı, ki çoğu tanıştığım arkamdan entrikalar çevirmiştir, sevgimi beş kutsal erdem kadar kutsal olan bu mertebeye ulaşacak kadar kazanmıştır. Yine de bu sayıya çok demekten rahatsız değilim, bir dostun varlığı sadece isim olarak tanıdığım veya arkamdan entrikalar çeviren fakat arkadaş olarak bildiğim kişilerin varlığından kat kat yüksektir.
Üzgünüm ki, yorgun ve yoğun geçen yılların ardından bazılarının isimleri hafızamdan silindi. Bu sayede zor da olsa öğrendim ki dostluğun zaman süreci yok. Hafızamda daha fazla yer edinen kişiler ise, ki bazıları ben yitip gidene kadar silinmeyecektir, kendileriyle yaşadığım maceraları ve günleri hatırladıkça yüzümde sevgiyle hasreti barındıran bir gülümseme oluşmasını sağlıyor.
Ve gözlerimde birkaç damla yaşı...
“Öyle bir yer düşünün ki; hayattaki tüm korkular gerçek olsun, bütün işkenceler gerçekleşsin ve zaman hala varlığını sürdürebilsin.”
Güneşin kuvvetsizce parladığı, gökyüzündeki grileşmiş bulutlarla çetin bir mücadele verip galip geldiği bir kış günü bana eski acı anılarımı andıran küçük şehrin Savaşçılar Loncası’nda henüz tanıştığım birkaç gezginle oturuyordum.
Şehir küçüktü, kalıcı bir yerleşim merkezi değildi burası. Daha çok, çömez savaşçılar için eğitim alanlarıyla doluydu ve engin denizde sağlam bir gözcü olarak, taştan koca surlarıyla görkemlice dikilmişti. Kahramanlar Burnu’nun güneybatısındaki en büyük adada yıllar önce konumun önemini kavrayan liderler tarafından yaptırılan kale, ben çok küçükken Trinsic’in düşmesi nedeniyle kadınlarla ve diğer çocuklarla kaçıp demir attığımız Serpent’s Hold’dan başka bir yer değildi.
Trinsic’in acıyla ve şehitlerin kutsanmış ruhlarıyla –ki bunlar içinde ailem de vardır- dolu tüten dumanlarını, sonsuza kadar uzanırmış gibi dalgalanan siyah sularda, insanların ağlaştığı gemimiz kıyıdan çok uzaklardayken bile görebilmiştik. Ve sonra koca denizin ortasında geceyi süsleyen ışıklarıyla bu kale çıktı karşımıza. İnsanlar surlardaydı, bütün gözler merak ve korku içinde kuzeybatıya çevrilmiş olarak, kuzeybatıdaki yanan şehre çevrilmiş olarak bekliyorlardı.
Hiçbir şey yapılamadı. Çaresizce durup seyretmek dışında hiçbir şey. Güvertedeki ağır muşambalardan tekinin altına büzülmüş, esen şiddetli rüzgardan sakınmaya çalışarak ve hıçkırarak ağlayan kadınlarla çocukların seslerini duymamaya çabalayarak yatıyordum. Uzun süre çıkmadım oradan. Gemiler teker teker yanaştı ve bulunduğum gemideki insanlar da inmeye başlamıştı. Ve sonra beni oradan çıkartıp geçit kapısının etrafındaki kalabalığa hıçkırarak ağlar bir vaziyette koşmama ve surlardaki insanların dehşet içinde dağılmalarına neden olan olay oldu. Yıllar içinde çok şey unutuldu bu acı dolu günler hakkında ama Serpent’s Hold’un limanına her yaklaştığımda içime soğuk bir titreme gelir ve karşı koyamadığım bir mide bulantısı bastırır. Şehri, gökyüzünü, geceyi kaplayan o iğrenç, mide bulandırıcı ve insanların kalplerini hiç silinmeyecek bir intikamlıkla dolduran kokudan başka bir şey değildi sebep. Rüzgarın etkisiyle kuzeybatıdan geliyordu. İstilacılar şehri kavuran ateşi masum ailelerimizle ve savunmada şehit düşen askerlerle körüklemişti.
Küçüktüm, olayları tam olarak kavrayamayacak kadar küçüktüm. Ama şehri istila eden orc ordusunun akıbetini o zaman aldığım dehşetli zevkin aynısını hissederek hatırlıyorum. Serpent’s Hold’daki ikinci yılımdı ve ellerimizde tahta kılıçlarla oyunlar oynayıp görkemli şövalye ustalarının atlarını alıp bıraktıkları ahırın etrafını gözlemekten başka –gülünç bir şekilde, eğitimleri izlememiz yasaktı- şeyler yapmıyorduk henüz. Ama zafer haberinin sonuçlarının küçük çocukların kavrama yeteneğiyle ilgisi yoktu, çünkü o gün yetişkin biri de ve bir çocuk da aynı şeyleri hissediyordu; sevinç ve kutlama coşkusu. O gün ki bulutları yarıp gelen kartalların gökyüzünü kapladığı, o gün ki üzüntü gözyaşlarını vahşi sevincin bastırdığı, o gün ki Trinsic’in yeniden kazanıldığı, o gün ki geçmişten gelen intikamın zirveye vurup her istilacı orc’un kellesinin yıpranmış surların mazgallarına asıldığı gün...
Gezginler, uzun masanın baş sandalyesinde oturmuş, antik bronz zırhlar içindeki, tek eli masanın üstündeki simsiyah uçurtma kalkanının çentikleri ve ezikleri üstünde gezinen, diğer eliyle uzun, rünik yazılarla donatılmış kılıcının kabzasını okşayan, kara pelerinine sarınmış kişinin hikayesini tanımsız duygularla ve büyük bir merakla dinlediler.
Hikayemin coşkulu anlatımı onlardan çok kendimi etkilemişti ve bitirip sustuğumda korku dolu gözlerin ellerimi süzdüğünü fark ettim. Savaş tutkusuyla ateşlice gezinen ellerim içimdeki duygu yoğunlunun birer kanıtıydılar. Ve sonra korku dolu bir gerçekle karşı karşıya olduğumu kabullenmek zorunda kaldım.
Ben, nice hayat söndürmüş olsam da savaşı sevmiyordum. Ama anlamam gereken bir gerçek vardı ki, savaş artık kanıma girmişti ve mesele savaşı sevip sevmemeyi aşıyordu. İnkar edemezdim, artık her an savaşın coşkusunu duyuyordum...
Hatırlamıyorum, benden bu hikayeyi neden –ve nasıl- anlatmamı istemişlerdi ama bildiğim bir şey vardır ki, o da gezginlerin meraklı olduğudur.
Isıtmayan aldatıcı güneş ışığı taş duvardaki dar pencerelerden içeri doluşurken tüm günümü değiştiren olay oldu. Bu, kalın deri zırhlar giymiş, elindeki kısa kılıcı beceriksizce tutan bir haberciydi. Loncanın kapısından içeri hızla girerken nefes nefeseydi. Ateş dedi. Gezginler aval aval baksalar da ben anlamıştım. Ve adam nefes almasını bitirdikten sonra beklediğim kelimeler geldi. Ateş Zindanı diye feryat etti.
Çocukluğumun neredeyse tamamı Serpent’s Hold’da geçmişti ve bu şehirde bize şiddetlice uyarılan iki şey vardı; yüksek surlara tırmanmamak ve şehrin güneybatısındaki korkutucu ve kasvetli karanlık mağara ağzına yaklaşmamak. Bu mağara ağzı, geceleri çocukları korkutmak için anlatılan, etrafında ender zamanlarda Troll’lerin dolaştığı söylenen ve dedikodu olamayacak şekilde gerçek çığlıkların duyulduğu Ateş Zindanı’ndan başka bir yer değildi elbette.
Kötü bir şeyler oluyordu. Adamın olup bitenden haberi yoktu, sadece buraya koşup yardım edebilecek kişileri çağırmaya gelmişti.
Ayağa fırladım, o lanetli zindanda daha önce Uğursuz Büyücüler’le savaşmak için bulunmuştum ve olay her ne idiyse yardım edebileceğimi umuyordum. Loncadan hızlıca koşarak kalenin taşlarla çevrili sokaklarına çıktım. Bir ıslıktan sonra kahverengi atım yanımda beliriverdi.
Rüzgardan hızlı taşırdı beni.
Bir Gecekabusu kadar zarifti,
Ama onlar gibi kalleş değildi.
Bir dosttu benim için,
Soğuk gecelerde,
Issız topraklarda,
Yegane arkadaşımdı.
Geceruhu’ydu ismi.
Rüzgardan hızlı taşırdı beni.
Rüzgarın etkisiyle arkamda delice uçuşan kara pelerinimle ve beni çılgınca Ateş Zindanı’na taşıyan atımla zindandaki kötüler için uğursuz bir bütünlük oluşturmuştum ve içimdeki savaş coşkusu dayanılmaz derecede artıyordu. Surlardan çıkıp limana inen yola yönelmiştim ve buradan yolu batıya alınca o deliliklerle dolu mağaranın girişi karşıma çıkmış olacaktı. Nitekim de öyle oldu; uğursuz bir sessizlik içinde dehşetli görkemliğiyle meydan okurcasına karşıma dikilmiş olarak buldum orayı ama ters bir şey vardı ki o da yanlış kişiye meydan okumuş olmasıydı.
Kan ve onur için!
Geceruhu şahlandı ve korkusuzca karanlık mağaraya daldı. Hava yapışkan ve puslu idi. Gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim ve sonra kılıcımı karanlığı yararak çıkardım.
Mağaranın bu kısmı genişti ve yüksek tavanlıydı, karşıda dikitlerle süslenmiş tepeler girişi tehlikeli bir biçimde gözlüyorlardı. O an fark etmemiş olsam da girişi gözetleyenler sadece tepeler değildi, dikitlerin arasına saklanmış bir çift sinsi kırmızı gözde asla kapanmadan, gelen ziyaretçiye bakmaktaydı.
Ne olduğunu bilmesem, bu sürüngenin akıllı olduğunu düşünürdüm. Ama o sadece av içgüdüleriyle hareket ediyordu ve o kadarı da bu yeni ziyaretçi için yeterli değildi.
Doğu tarafına, mağaranın ilerleyen tek kısmına doğru atımı dikkatlice sürerken O, inanılmaz hızıyla solumda kalan tepelerden yapışkan ağzını bir geyiği rahatça yutabilecek kadar açmış olarak üstüme atlamıştı.
Gelen tehlikeyi sezmiştim ama hiçbir tepki vermeden bekledim, ta ki koca yılanla aramda birkaç metre kalana dek. Sonra sol elimdeki kılıç aniden vücudumla dik bir açı yaptı ve sinyali alan Geceruhu dev yılanınki kadar sinsi ve hızlı bir hareketle sağ tarafa sıçradı. Afallamış yılanın ağzını kapatmasını sağlayan bu sefer avcı içgüdüsü değil küçük beyninin yolladığı geri çekil sinyalleriydi. İşe yaramayacaktı. Keskin kılıcım, havadan hızla gelen dev yılanın sert derisini pek zorlanmadan kesti. Geceruhu şahlandı, kılıcımı ileriye doğru yöneltip atımın koşmasını emrederken, yılanın dev vücudu ikiye bölünmüş olarak arkamda uzanıyordu.
Girişten sonra doğu yoluna ilerlerken, mağaranın kurumuş, içine insan ve yaratık kanıyla kemiklerinin karıştığı çamurlu ve pis kokan zeminini geçtikten sonra beni bir alt tabakaya indirecek olan bayırla karşılaştım. Geceruhu sekerek bayırı inerken sağ tarafımda kalan büyük meydanda loş bir kırmızıyla hafifçe parlayan Uğursuz Büyücüler Mabedi’ni göz ucuyla gördüm. Burada pek çok kez bulunmuştum, ışık adına büyük kıyımlar gerçekleştirmiş ve büyük tehlikeler geçirmiştim. O yüzden hiç acele etmeden, sakince, bayırı indim ve doğuya devam eden, pek de geniş olmayan patika yerine, beni meydana çıkaracak olan başka bir küçük bayıra yöneldim.
Buradan da inince lanetli mabedin tehlikesinden kısmi olarak uzak dar geçitte bir grubun toplanmış heyecanlı heyecanlı bir şeyler konuşmakta olduğunu gördüm. Karanlıkta bu kişilerin kimler olduğunu seçemiyordum ama şehre yardım istemek için haberci yollayanların bunlar olduğundan emindim.
Yaklaştığım anda kılıçlar çekildi, yaylar gerildi ve büyü kitapları açıldı, böylece gelebilecek bir tehdit için tam koruma sağlanmış oldu. Emindim ki bronz zırhımın karanlığı ürkütücü bir şekilde kapması ve bedenimi saran kara pelerinim yüzünden beni tam olarak göremiyorlardı ve onlar da emindiler ki ben de onları tam olarak göremiyordum. Haklıydılar.
Hiçbir söz etmedim, hiçbir harekette bulunmadım. Miğferimin altından gruba göz gezdirmekten başka hiçbir şey yapmadım. Eğer yanılıyorduysam, bunlar düşman idiyseler, hepsini öldürmek için yetersiz kalırdım ama en azından üçünün vücutlarını onlar beni öldürmeden önce doğrayabilirdim.
Aralarından biri normal bir tavırla öne çıktı. Düşmansam, kalabalık olduklarının verdiği korkusuzluk ve yardım için gelen bir dostsam, gelen yardımın verdiği bir rahatlık taşıyordu karanlıklar içindeki zarifliğinde. Harika bir valorite plaka takım vardı üzerinde. Siyah, kısa bir etek masmavi bacak zırhının üst kısımlarını örtmüştü. Elinde, zarifliğine oldukça ters düşen geniş ağızlı kocaman bir balta taşıyordu. Sarı, ipeksi saçları beline serpilmişti. Bu, karanlık zindanı güzelliğinin ve gücünün ışığıyla arındıran Angelina’ydı.
Ateş Zindanı’nın dipsizliklerinde,
Sıcağın ve dehşetin çaresizliklerinde,
Güzelliğinin ve gücünün sayesinde,
İşittim bu ismi tüm ümidimle.
Angelina! Angelina!
Güneş kadar parlaktı saçları,
Ve ölüm kadar karanlıktı baltası.
Rünik yazılarla işlenmiş zırhı,
Tehlikenin kol gezdiği yerlerde mavi mavi parıldardı.
Angelina böyle biriydi. İnsanın içini eriten güzelliğinin ötesinde inanılmayacak bir irfana ve güce sahipti. Çok genç gösteriyordu ama kesinlikle gösterdiği yaşta olamazdı. Düşünüyordum ki; bu çok genç yaşında böyle bir güç istenmeyen sonuçlar doğurabilirdi.
Onunla tanışmam çok uzun zaman önceydi. Bu uğursuz mabetteki hiç bitmeyen savaşa katıldığım zamandan pek geçmemişti. Eski bir dost Lynx tarafından getirilmiştim Ateş Zindanı’na ve Uğursuz Büyücüler’le olan savaşa. Fakat Lynx’in bu diyarlardan usulca göçmesinin ardından bu lanet mabede geldiğimde arkamı kollayacak bir yoldaş kalmamıştı ve ben de yeterince güçlü değildim. Angelina böyle bir zamanda ortaya çıkmıştı. Uzun süre beraber savaştık, savaşmadığımız zamanlarda bol bol sohbet ettik ve her zaman yanında ismini –ne yazık ki- hatırlayamadığım o hiç konuşmayan çaylak savaşçı vardı. Angelina sonsuz görünen irfanını benimle paylaştı ve ben de ona bildiklerimi anlattım. Baltasının gücü kılıcımla birleştiği zamanlarda Uğursuz Büyücülerin suratlarındaki dehşeti hala hatırlıyorum
Görüşmeyeli uzun zaman olmasına rağmen –o sıralar meselemin çoğu kuzeybatı sularına kucak açmış yüksek dağlardaki ejderhaların ini olan Destard Mağarası’nda geçiyordu- beni hemen tanıdı ve bir eliyle arkadaşlarına güvenli işareti verirken yüzüne sıcacık bir gülümseme hakim oldu. Kucaklaşıp öpüşmek için pek zaman yoktu o yüzden hemen konuya girdi.
Tahmin ettiğim gibi yardım çağrısı onlardan gelmişti. Yardımı kendileri için istememişlerdi, bunu arkasında kalan beş kişilik gruptaki yaralı ve sefil halde olan bir savaşçıyı işaret edince anlamıştım.
Adamın yaralarını bandajlarken Angelina’yı dinledim. Bu adam esir alınmış bir gruptan kaçmıştı, Uğursuz Büyücüler tarafından esir alınan bir gruptan... Başka bir şey söylemedi. Anladığımı tahmin etmiş olmalıydı. Bandajları sarmayı sakince bitirdim, ama o kadar sinirliydim ki kılıcımı yarısına kadar zemine gömdüm. Uğursuz Büyücüler ve esir alınma. Bunun bir anlamı vardı, hiçbir kişinin kabullenmek istemediği ve düşününce bile tüyler ürperten tek bir anlam; Uğursuz Büyücüler Kalesi.
Savaşıp bu lanetli büyücülerin köklerini kurutmak için can atıyordum o an, ama doğrudan kalelerine saldırmak böyle bir grup için intihar olurdu. Bu, vücuda giren bir hastalığın ölümcül dokunuşunun doğrudan kalbe ulaşması gibiydi ve imkansızdı.
Angelina kararını çoktan vermişti, bu perişan haldeki adamı gördüğü an ve haberciyi Savaşçılar Loncası’na yollamadan önce... Kendimi ruhumu çekiştiren bir ikilemde buldum, o lanet kaleye sızmak ya da saldırmak doğrudan ölüm demekti ama Angelina’yla arkadaşlarını ve o esir grubu kaderlerine bırakamazdım. Kendimi toparladım ve beş kutsal erdemi hatırladım.
Ve kaçmayı başarabilen zavallı savaşçı canını verirken şöyle bağırdım.
Onur, adalet, dürüstlük, ruhsallık ve kahramanlık!
Uğursuz Büyücüler! Ben sizin hastalığınızım ve doğrudan kalbinize geliyorum!
Çabucak bir mezar kazdık; lanetli mağaranın zifiri karanlıkla örtünmüş tepelerinden birine ve etraftaki kötülüklerle iğrençliklere ibret olsun diye –gruptaki büyücünün yarattığı- büyülü çiçeklerle donattık. Şimdi biliyorum ki, orası hiç bozulmadan durur ve hiçbir kötü varlık yanına yaklaşamaz; ne dev yılanlar, ne Uğursuz Büyücüler, ne de lanetli Lich’ler.
Aceleyle davranıyorduk çünkü ölen savaşçı Büyük Mabet’te bir büyücü arkadaşının kendini görünmez yapmış olarak beklediğini söylemişti ve eklemişti; size Kale’ye açılan bir geçit yaratabilir.
Angelina arkadaşlarıyla kısaca konuştu, hepsi gelmeye niyetliydi. Bir büyücü, bir okçu ve iki savaşçıdan oluşuyordu bu grup ama sanmıyordum ki güçleri Angelina’yla benim gücümden fazla olsun. Yine de bu zor görevde en güçsüz adamın bile işleri tersine çevirip bize umut getireceğine emindim. Özellikle pek yetenekli olmasa da grubumuzda bir büyücünün olması bizim içim çok büyük bir avantajdı.
Mağaranın karanlığında bir Gecekabusu’na benzeyen atımdan indim ve uzun yelelerini okşarken kulağına fısıldadım.
Kurumuş çamurun dibindeki, dağın taştan köklerine ulaşamamış balçıkla bulanan kılıcımı karanlıklarla süslenmiş tavana doğrulttum. Kılıcın kerameti mi ya da ruhumun öfkesi mi bilinmez, keskin metal cesaret verici bir ışık huzmesiyle yıkandı.
Bu şekilde dar kıvrımlardan geçtik; geniş alanlara açıldık ve santim santim, milim milim biraz daha dibe indik. Sonra, karanlığın arasından fırlayıp bizi aşağı alemlere davet edermişçesine bekleyen bir bayıra geldik. Aydınlatma büyüsünün yardımıyla sadece bayırı görebiliyorduk, sağ ve sol taraflarda kalan yükseltiler gölgeler tarafından yutulmuştu ve bayırın sonu da bilinmeyenlerle dolu olan karanlığa iniyordu.
Burada bir an için durdum, bir adım daha; böylece önceden bulunmadığım, bilmediğim bölgelerde olacaktım. Belli ki Angelina gelmişti bu kadar diplere, hiç tereddüt etmeksizin beni geçti ve aşağı doğru koşmaya devam etti. Biz indikçe karanlık açılıp geriledi ve ardından sinsice arkamızda kapandı, yutmak için peşimizden gelen sessiz bir dehşet gibi.
İndiğimiz yer büyük bir meydandı. Angelina’nın arkasından devam ettim ve birden soluduğum havanın sıcakladığını, daha bunaltıcı ve çekilmez olduğunu fark ettim. Bir an için bunu düşünmemeye çalıştım ama o kadar aniydi ki bu değişim, yüzüme tokat yemişim gibi afallamama engel olamadım. Meydan’ın ortasına geldiğimizde sağımızda saklanan arazilerin aynı seviyede olmadığını fark ettim. Grup devam ederken ben o yöne kaydım ve aşağıya, metrelerce aşağıya açılan, görkemli ve bir o kadar da lanetli olan uçurumun varlığını sezdim. Yaklaştıkça yamaçları dans eden şeytani alevlerin görüntüsü sardı. Bir süre sonra uçurumun yamacındaydım ve aşağıya büyülenmiş bir şekilde bakıyordum.
Gürleyen derinliklerden fışkırıp görkemlice akan lavdan bir nehir, sıcaklığını yukarılara kusarak ve iğrenç bir sürüngenin sürünme ve fokurdama sesiyle alabildiğince uzanıyordu. Alevler maddeselleşip göğe uzanan yumruklar şeklinde fışkırıyor, burada çaresizce ölmüş insanların suratları lavda şekil alıyor, ateş ateşi yutuyor ve fokurdama seslerinin arasında binlerce çığlık sesi yitiyordu.
Bakışlarımı bu yasak yerden kaldırıp grubun gittiği yöne çevirince hepsinin uçurumun hattı boyunca dağınıkça dikilip lanetli yere dehşet içinde bakmakta olduklarını gördüm. Büyücü diz çökmüştü ve şiddetlice sarsılıyordu, ağlıyor olmalıydı. Nehirdeki çılgınlık, yasaklılık ve lanetlilik en çok onu etkilemişti.
Belli belirsiz kara bir figürün yanına gidip onu ayağa kaldırdığını gördüm, Angelina olmalıydı. Sonra bakışlarımı tekrar nehre çeviriyordum ki gözüme bir şey takıldı. Çok uzaklarda, karanlıklar içindeki karşı tarafa bir köprü vardı. Köprü denemeyecek kadar garip görünüyordu ve bir süre sonra bunun ipten olduğunu anladım. Hiçbir ölümlü ayağının basmaması için bu şekildeydi ve kim bilir hangi dehşetler tarafından dikilmişti...
Bu düşünceler içinde, köprüyü diğerlerinin görmediğinden eminken, karşı taraftaki tepelerin ardından kırmızı alevler gölgeleri yararak hafifçe yükseldi. İlk önce belirsizdi ama yaklaştıkça daha da büyüdü ve korkunçça parladı. Büyük bir yangın çıkmış gibiydi ve hareket ediyordu, bizim olduğumuz kısma doğru, köprüye doğru kayıyordu! Bir anda karşı tarafın tavanına kadar vurdu ışıklar ve yangın dediğim şey, adeta mağarayı kavurabilecek kadar büyüklüğüyle gözlerimizin önüne serildi.
Dehşet içinde koşmaya başladım, dağınık gruba kaçmalarını haykırırken Ateş Element’leri yanmayan ip üzerinden teker teker dalgalanarak geçmeye başlamışlardı. Birbirimizi kaybetmemizi bağırıyordum avazım çıktığı kadar. Geriye çıkışımız yoktu, yol çoktan ateşler ordusu tarafından kapatılmıştı ve böylece Ateş Zindanı’nın bilinmeyenlerine doğru Angelina’nın önderliğinde kaçıştık. Peşimizde ise Nehrin Çocukları havayı yakıp süzülerek geliyordu...
Meydanın dar bir kıvrımla bittiği yöne koşuşumda arkama bir kez baktım ve görüntü karşısında önce dizlerim boşaldı ama hemen ardından daha da hızlandım. Birkaç metre gerimde yüzlerce Ateş Elementi ateşte vahşice yanan insanların çığlıklarını atarak geliyorlardı! Şekilsiz bedenleri havada süzülüyordu ve sıcaklıklarını yılmam için bana püskürtüyorlardı.
Isı gerçekten dayanılmaz oldu ve gözlerimin karardığını acı ve panik içinde hissettim. Lanetli nehre bakmak büyük bir hataydı ve işte ben bu hatayı canımla ödeyecektim. Hızım kesiliyordu ve çok kısa bir süre sonra yüzlerce Ateş Elementi’ni vücudumla ve ruhumla besleyeceğimi biliyordum. Bu benim hatamdı...
Bazen birçoğu için bir kişinin ölmesi kutsaldır ve gereklidir. Öyle bir andı ki o an; tüm umudum kırılmış, dermanım kalmamıştı ve kararımı vermiştim. Aralarına dalıp savaşacaktım ve beni diri diri yakarlarken arkadaşlarım için kaçma zamanı sağlamış olacaktım.
Onur, adalet, dürüstlük, ruhsallık ve kahramanlık! Kahramanlık! Bir kahraman olarak göçeceğim bu diyardan!
Çok dar bir vadi girişiydi burası. Grup koşmaya devam ediyordu ama en sondan gelen savaşçı, Dorinor, beni bekliyordu. Koluma girdi ve tekrar ilerlemeye devam ederken Ateş Elementleri’nin ışıklarının geride kaldığını görünce oldukça rahat bir nefes aldım.
Dorinor’un desteğinde koşarken kulaklarımızı kapatmamıza neden olan çılgınca uğuldama sesleri duyuldu. Ateş Elementleri azmıştı ve oyuna getirilmenin verdiği öfkeyle eskisinden çok daha parlak ve sıcak olarak –neyse ki çok daha geriden- geliyorlardı.
Bir süre için tökezleyerek, düşe kalka hiç arkamıza bakmadan koştuk. Ama biliyorduk ki lanetli yaratıklar bizden çok daha hızlıydılar ve yaklaşıyorlardı. Angelina ve diğerleri vadiden çıkmak üzereydi ve biz neredeyse ortasına yeni varıyorduk. Tam o anda etrafta bir bulanıklık hissettim ve ardından kör olmuşçasına bir karanlık bastı. Aydınlatma büyüsünün etkisi bitmişti ve kısmi ışıktan yoksun kalmak anlık olarak duyularımızın körelmesine neden oldu.
Gözlerimizin karanlığa alışmasını beklemeden koşmaya devam ettik. Vadi düz olarak devam ediyordu ve her hangi bir çukur ya da kuyu benzeri bir şey de görmemiştik daha önceden. O yüzden körlemesine devam ettik. Yardım almadan koşacak gücü bulmuştum kendimde ama Dorinor’un kolunu bırakmak istemedim, ölümcül karanlıkta ve arkamızda yüzlerce Ateş Elementi varken birbirimizi kaybetmek iyi olmazdı!
Çok kısa bir süre sonra geçtiğimiz yerleri alevlerin kırmızı gölgeleri kapladı. Yeterince ışığımız olmuştu ama o an lanetler okuyarak bu ışık yerine karanlıklar içinde kalmayı tercih edeceğimi düşündüm. Ateş Elementleri hemen arkamızda bitmişti! Ardımızdaki alev alev ışık yüksek tavanda ve etrafımızı saran tepelerde hızlı bir sürüngen gibi süründü ve bizi geçmeye başladı.
Lav nehrinden ateşli sıvıların bir anda çok yükseklere sıçraması gibi, ensemizde normal olmayan, irade kırıcı sıcaklığı hissettik. O kadar aniydi ki Dorinor tökezledi ve bağırdı. Nasıl olur da bu kadar kısa sürede yetişmiş olabilirlerdi! Arkama bakamadım, ama şimdi dua ediyorum ki bu olmamış. Eğer arkama baksaydım şaşkınlıktan ve ya zaman kaybından ikimizde ölmüş olacaktık.
Çekil diye bağırdım ve Dorinor’u sağ tarafa savurdum. Arkadaşlarının arasından sıyrılıp yetişmiş olan ateşten yaratık kendimi sol tarafa attığım anda aramıza zıpladı. Yanmaktan son anda içgüdülerimle kurtulmuştuk! Nasıl zıplamıştı! Ateş kollar ve bacaklar şuursuzca dalgalanıyordu ortamızda bittiği anda.
Yuvarlandım ve Dorinor’a tüm hızıyla koşmasını bağırırken ileri fırladım. Yaratık hemen yanımdaydı, bir hamle daha yapıp beni ateşiyle yutmak üzereydi. Kılıcımı ona doğru savurdum ve maddeselleşmiş gibi görünen ateşin içinden geçtiğini dehşetle izledim. Yine de yaratık bir anlığa durdu, çatırdadı ve uğuldadı. Kılıcım büyülüydü ve ateş ruhuna zarar vermiş olmalıydı.
İçimde lanetli yaratığı kesip doğramak için çok büyük bir istek uyandı ve nefes almaktan ciğerlerim yanarken bu istek kabardı. Bir anda tanımsızca o kadar nefret dolmuştum ki. Emindim ki tek bir Ateş Elementini rahatlıkla öldürebilirdim, hatta üçünü veya dördünü aynı anda. Fakat arkamda yüzlercesi varken bunun için zaman yoktu. Nefretim ve öldürme isteğim o kadar taşmıştı ki yaratığın kıyımını yapamadığım için içimden delice bağırmak geliyordu. Ölmeyecek olsam geri döner ve hepsinin arasına çığlıklar atarak dalardım ve bir tane bile kalmayana kadar çılgınca doğrardım, parçalardım ve uğursuz ateşlerini dağıtırdım.
Yaratıkların istenmeyen ışıkları eşliğinde vadinin sonuna varabildik. Ateşin yaydığı ışık arkadan püskürtülürmüşçesine vadinin daracık sonundan fışkırdı ama büyük meydandaki boğucu karanlık tarafından yutuldu. Bir için hayret içinde izledim karanlıkla ışığın savaşını ve karanlığın galip gelmesi o kadar garip geldi ki... Bu bizim savaşımızın soyut ve somut bir örneğiydi adeta, simgeselleştirdiğimiz karanlığın ve ışığın savaşının... Ne olduğunu çıkaramadığım ama kalbimi korkuyla dolduran görüntüler oynaştı aklımda.
Angelina ve büyücü gölgelerden fırladılar. Büyücü, Dorinor’la bana Gece Görüşü büyüsünü yaparken Angelina diğerlerinin meydanın ortasına doğru karanlıklar içinde bizi beklediklerini söyledi. Böylece hızla koştuk, lanetli nehre baktığımız meydanın tıpatıp aynısıydı. Tek fark doğuya, yani Büyük Mabedin olduğu yere değil de güneye yönelmesiydi. Bunları düşünürken bir anda fark ettim. Diğer meydanın aynısı ve güneye devam ediyor... Sonra kafama dank etti; lavdan nehri geçecektik!
Herkes bir araya gelince güneye inmeye devam ettik, parlak kıvılcımlar hafifçe görünür oldu ve bir süre sonra aydınlık, sarkıtlarla süslü tavana vurdu. Tam o anda çok uzaklarda kalmış olan vadi çıkışı parladı ve lavdan nehir taşmış gibi ateşten şekiller dışarı savruldu. Bulunduğumuz yerden sonsuz karanlıkta havada süzülüp dans eden hayaletlere benziyorlardı.
Onlar bize yaklaştıkça biz lav nehrine yaklaştık. Sıcaklığın giderek artması, çekilmez ve boğucu gelmesi iğrenç bir şeydi. Ateş banyosu yapmaya gönüllü kişiler gibi yanaştık ve sonunda, diplerdeki nehir hayret verici bir şekilde sakin sakin akarken, büyük, mavi taşlardan yapılma bir köprüye vardık. Donuk bir ışıkla parlıyordu, üzerinde o kadar büyük bir uğursuzluk vardı ki... Köprünün başında geçit vermemeye gönüllü, al al dikenlerle ve pullarla kaplı bir Ateş Kertenkelesi ağzından salyalar akıtarak bir gardiyan gibi bekliyordu.
Dev sürüngeni bir böceği ezermiş gibi geçtik; okçunun saldığı ok yaratığın sağ gözüne girerken büyücü dikenli vücudu büyüleriyle dövdü ve Angelina’nın baltası açık, salyalı ağzı enlemesine yardı. Kılıcım ise sert derili vücudu kafasız bıraktı. Kanlar fışkırarak aşağılara yuvarlandı kafa, daha nehre dalmadan eridi ve ateşler tarafından yutulduğunda belli belirsiz bir tıslama çıkardı.
Nehrin azgın olmaması, dehşetli çığlıkların duyulmayıp yukarılara fışkıran korkunç, maddeselleşmiş ateşten şekillerin olmaması bizi oldukça şaşırttı ama hiçbir üzüntü duymadık bundan dolayı. Morallerimiz düzelmişti ve taştan köprünün üzerine çıkıp karşı tarafın bilinmeyenlerine karışmaya yeltendik. Köprü kesinlikle sağlam gözüküyordu, mavi taşlar büyülü olmalıydı. Normal olan hiçbir taşın o korkunç nehrin üzerinde, korkunç sıcaklığa karşı dayanabileceğini düşünemiyorum. Köprü arada sırada titriyordu. Aşağılarda lanetli nehir hızını arttırdıkça ve ya görebildiğimiz dibinin de derinliklerinde kim bilir neler oluyorsa köprü korkmuşçasına titremeye başlıyordu. Aynı anda büyük bir gürültü kopuyordu, zangırdatarak gelen bir sarsıntı sesi gibi; nehir homurduyordu.
Karşı tarafa varmak üzereyken bir anda nehrin laneti uyandı. Acı bir çığlık koptu ve yerini uğuldamalarla binlerce yakarışa bıraktı. Ateşten kollar ve kelleler fırladı ve havada yitip tekrar nehre karıştılar. Köprü delirmişçesine sallanmaya başladı, ayaklarımızın altında çatırdadı ama biliyorduk ki bu köprünün yıkılması yasaktı. Ateş Elementleri başka türlü karşıya geçemezlerdi. Köprünün yıkılmayacağı ile kendimi sesli sesli avuturken gerisingeri baktım ve yaratıkların arkamızda bittiğine dehşet içinde tanık oldum. Bize yetişmeleri imkansızdı! O an aklım dönmüş olmalı...
Angelina’nın önderliğinde tüm grup delice sarsılıp çatırdayan köprüyü geçtiğinde ben hareketsiz bekledim. Nehirdeki çığlıklar zevk uğuldamalarına dönüşürken arkamdan yaklaşan yüzlerce Ateş Elementi’nin üzerine gözüm dönmüş bir vaziyette atıldım.
Ama beni etkileyemeyeceklerdi, bilmiyorlardı ki bir Paladin’in iradesini korkuyla kıramazlar. Önümde dört ya da beş tane Ateş Elementi vardı, köprüye ancak bu kadarı sığıp bana saldırabiliyordu aynı anda. Bu avantajı değerlendirerek, iğrenç şarkılarına sonsuz lanetli hayatlarında asla unutmayacakları bir kılıç dansıyla eşlik ettim.
Keskin soğuk metal uğursuz ateşleri rasgele deliyor, geçiyor ve kesiyordu. Kurtları gür bir ateşle yanan meşaleyi savurarak uzak tutan biri misali, kılıcım öyle bir meşale oluyordu. Yardığım yaratıklar ölüm şarkısını bastıramayan ama ironik bir şekilde şarkıya vokal olan acı çığlıkları atarak küle dönüşüyorlardı. Kılıcım köprünün bir orasında bir burasında çığlıklar attırarak dolaşıyordu ve yüzlerce Ateş Elementi’nin üstüme akıp beni yakmasını engelliyordu.
Yorgunluktan ve sıcaktan bitap düşmek üzereyken bir anda geri çekildiler. Mağaranın puslu havasında yankılanan ölüm şarkısı durdu. Nehrin uğuldaması da kesildi, yalnızca yerin dibinde kocaman bir kazan varmış gibi gümbürdeyerek akma sesi kaldı. Köprünün başında toplanan yüzlerce yaratık uğursuz bir sessizlik içinde bekleşti. En az 15 tanesi kılıcımla küle dönüştürülüp havaya savrulmuştu. Bana dar alanda saldırmaya yanaşmıyorlardı, oysa ki neredeyse tükenmiştim.
Gözlerimi ateş lejyonundan ayırmadan öksürük nöbetleri içinde büyücü diye haykırdım. Nefesim tükenmişti, boğulur gibi oluyordum ama büyücünün gelmesi için delice bağırıyordum. Sonra karanlıkların içinden Angelina’yla birlikte çıktı. Köprüye yaklaşmamalarını işaret ettim. Kılıcımı havaya kaldırdım ki ben gerilerken lanetli yaratıklar görsünler ve yaklaşmasınlar. Yavaşça hareket ettim, avantaj bendeydi ve bunu değerlendirmeliydim. Böylece köprünün sonuna ulaştığımda nefesimi düzene sokmuştum. Büyücüye köprünün bitimine bir duvar örme büyüsü yapmasını söyledim. Kılıcımı havada sallıyordum, yaratıklar köprüye çıkmamalıydılar. Büyücü büyüsüne başladığında nehirden bir çığlık koptu ve Ateş Elementleri delice ileri atıldı. Köprüye çıkıp onları geri püskürtemezdim çünkü büyü başlamıştı ve köprüye çıksam beni kapana kıstıracaktı. Birkaç saniye bir ömür gibi geçti. Dehşet içinde yaratıkların gelmelerini seyrettik. Başka biri olsa, büyücüyü yalnız bırakıp kaçardı kuşkusuz. O kadar çaresizdik ki, ölümünü bekleyen ve onun gelişini sezen biri gibi... Yaratıklar köprünün sonuna ulaştılar ve zafer çığlıkları atarak atıldılar. Şekilsiz onlarca vücut bizi yutacaktı ki bir anda köprünün bitiminden geçit vermeyen şekilsiz kayalar fışkırdı. Üstümüze atıldıkları anda kayaya çarpan canavarlardan artık zevk yerine lanet ve öfke çığlıkları duyuluyordu.
Kaçalım diye bağırdı Angelina ve büyülü kayaların birkaç saniye dayanabileceğinin bilinciyle delice koşturduk.
Kaçmak, düşünmüyorum ki bir Paladin’in gururunu zedelesin. Çünkü Paladinler iyiliğin uğruna canlarını feda edebilirler ama kaçmak iyilik uğrunaysa bir erdem sayılır, bir gereklilik. O gün pelerinim tutuşmamış olsaydı ölmüş olacaktım, kendimi arkadaşlarım için feda edecektim. Ama boşu boşuna olmayacaktı bu, onları ateş güruhunun takibinden kurtaracaktım. Ama böyle bir durumda kaçmamak ve fanatizm sergilemek, ışığın bizleri körleştirdiğinin en acı ve en somut örneklerinden biri olacaktı...Fanatik düşünceden sıyrılmış olanım ben ve şimdikilere gülüyorum, aptallık edip canını hiç uğruna feda edenlere.
Hızlıca güneye inmeye devam ettik ve bir süre sonra çatırdayarak parçalanan kayaların seslerini duyduk. Koştuk ve koştuk, ta ki ayaklarımız kurumuş çamur ve toprakla örtülü sert dağ taşına basmayana dek. Tam anlamıyla Ateş Zindanı’nın içindeydik artık; mağara bir bıçakla kesilirmiş gibi aniden bitiyordu ve önümüzde paket taştan zemini ve duvarlarıyla rutubetli koridorlar uzanıyordu.
Koridorlardan buz gibi bir hava uğursuzca ve ölüm kokarak üstümüze hücum ediyordu. Ama bu gelen fırtınanın öncü rüzgarlarıydı. Çünkü, korktuğumuz gibi; koridorlar dosdoğru Büyük Mabed’e gidiyordu, bu ölümle kasvet yüklü havanın ve koridorlarda dolaşan lanetin kaynağına, duyguların sapıkça çarpıtıldığı ve görüntülerin devamlı solgun olduğu yere...
Gelen lanete hazır olun diye mırıldandım ve ürpermeme karşı koyamadım.
Diğerlerini az ileride bulduk, kafası kopmuş bir cesedin yanında bekliyorlardı. Karnından deşilmiş cesedin üstündeki kırmızı cüppe kanla koyulaşmıştı. Bu bir Uğursuz Büyücü’ydü... Daha sonradan öğrendiğim üzere kalesinden bu kadar uzaklarda gözcülük yapıyor olmalıydı. Yaklaşanları görünce usulca saldırmaya çalışmıştı. Fakat büyüsünü tamamlayamadan kafasına bir ok yemişti. Dorinor’un kılıcı karnını yarıp parçalamıştı ve diğer savaşçı da kafasını kesip can çekişen zavallının acısını kesmişti. Ya da onu sonsuza dek ıstırap çekeceği yaşam ötesi alemlere göndererek acısını yeni başlatmıştı...
Cesede son bir kez tiksinti ve acımayla bakıp diğer Uğursuz Büyücülerin de akıbetlerinin bunun gibi olmasını diledim ve hızla koşmaya devam ettim.
Geniş bir geçitten geçtik, dar, kemerli bir koridora girdik. Kemerlerin üzerinde büyük yılan heykelleri yontulmuştu. O kadar gerçekçiydiler ki altlarından biri geçecekken aşağı sarkıp geçenin kafasını koparacakmış gibi bekliyorlardı. Buraları da geçtikten sonra yol aniden tekrar batıya saptı. İlerisini göremiyorduk. Karanlık, dar koridorlarda yoğunlaşmıştı sanki. O an kalbimde bir sızı hissettim. Karanlığın merhametini, tüm Paladin inançlarına aykırı düşerek, gördüm. Bana öyle geliyordu ki; karanlık Büyük Mabet’e girmemizi istemiyordu ve gerçekten de yoğunlaşmıştı. Bu somut karanlık, ezeli düşmanımız olan simgeselleştirdiğimiz karanlığın bir sembolüydü, ironi dolu bir deyişle avatardı. Koşarken, nefessiz kalmama rağmen gülmeme engel olamadım. Bu kesinlikle benim paranoyam değildi, bu bir gerçekti ve zaten bir paranoya olarak değerlendirilse bana değil, hayata ait olan bir paranoyaydı. Karanlık merhamet gösteriyordu ama neden? Bunu bir tek ben hissetmiştim, bir günah mı işlemiştim? Ya da karanlığın başka bir sahtekarlık oyunu muydu bu? Tekrar güldüm, hem gülmem hem de güldüğüm olay acı bir şekilde melânkoli yüklüydü...
Sonunda koridoru ve karanlığı aştık ve uğursuz bir sessizlik içinde hafifçe sola, kuzeye kıvrılan bir meydana çıktık. Meydanın sonunda ise kasvetle sıvanmış Büyük Mabed’in dış duvarları dizilmiş, ölümcül bir edayla, gelen maceracıları bekliyorlardı.
Sessizlik o kadar sinsi ve hinlik doluydu ki kepimiz karşımızda dehşetlerden oluşmuş yaratıklar güruhu varmış gibi savaşa hazırlandık. Kılıcımı daha sıkı kavradım ve uçurtma kalkanımı göğsüme doğru kaldırdım. Angelina kıpırdanırken diğer savaşçılar da kılıçlarını hazır tuttular, okçumuz yayına bir ok yerleştirdi ve büyücünün solukları arasından cüppesinin hışırdadığını duydum, elini büyü kitabına atmış olmalıydı.
Birkaç gergin saniye boyunca önümüzdeki yeşil kapıya bakarak bekledik. Yeşil, parlak gökyüzü altında ne kadar güzel ve gönül açıcı gözükürse, bu lanet zindanda, karanlığın kalbinde ve “ölümün kapısında” da berbat ve iç kapatıcı bir tiksintilikle dolu görünüyordu. Oldukça dardı, aynı anda iki kişi geçemezdi fakat uzunluğu bunun aksine muazzamdı. Zihnimde ister istemez bir tabut canlandı ve biz bu tabutun içine girecektik...
Derken geldiğimiz koridorda parlamalar oldu ve uğuldamalarla birlikte sıcak bir hava dalgası bulunduğumuz meydana aktı. Kapıya yanaşmaya olan gönülsüzlüğümüz anında yitti ve ona kurtarıcımızmış gibi koştuk.
Angelina halka tokmaklara asıldı ve meydanı Ateş Elementleri doldururken asılıp çekti. Kapı gıcırdayarak açıldı, duvarın içinde kalmış kısmından paslar döküldü.
Diğerleri Büyük Mabed’in karanlığına kaçarken kılıcımı ateşler güruhuna doğru delice savuruyordum. Birkaç saniye onları geri tutmayı başarabildim, şekilden şekle girerek, kıvılcımlarını saçarak ve çığlıklar atarak gerilediler. Bizim için yeterliydi. Angelina’nın eli kalkan tutan kolumu kavradı ve bir çekişle beni kapının ardına savurdu.
Ateş Elementleri atıldıklarında – çıkardıkları kıvılcımlar, avının üstüne atlayan bir hayvanın salyalarına benziyordu- Angelina bağırdı ve kapıyı çekerek Büyük Mabedin gölgelerine karıştı.
Destard’da al ejderha ateşiyle aydınlanan karanlıklarda bulundum, Shame’in derinliklerinde akıllara zarar yaratıklarla savaştım, Hythloth’da iki insan boyu kılıç taşıyan ve kanatları tüm zindanı gölgelere boğan Deamon’larda karşılaştım ama o gün gördüğüm manzara kadar hiçbir şey etkilemedi beni.
Öyle bir yer düşünün ki; hayattaki tüm korkular gerçek olsun, bütün işkenceler gerçekleşsin ve zaman hala varlığını sürdürebilsin.
Büyük Mabet denen yer, lanetlenmiş ve yıkılmaya yüz tutmuş bir şehirden başka bir şey değildi. İlk bakışta böyleydi... Kim bilir ne tür güçlere ev olmuştu ve kim bilir yasaklılığı yüzünden nasıl bir lanete tutulmuştu.
İlk anda dikkatimizi çeken şey rüzgar oldu. İçeride hava akımı vardı. Önce buz gibi geldi ve vücudumuzu yalayıp geçerken etrafı donuk, yavaş bir şarkının nameleriyle doldurdu. Sözler ve müzik o kadar donuk ve uğursuzluk yüklüydü ki kulaklarımızı kapadık. Sonra rüzgar bir daha esti ama bu sefer sıcaktı. Derimizi yakabilecek kadar sıcaktı ve müziği değiştirdi. Müzik lanetli notalarla hızlandı ve hayal ötesi çalgı aletlerinin etkisiyle yükseldi; havayı tırmaladı, nefesimizi kesti ve içimize inanılmaz bir korku saldı.
Çok uzaklardaki gümbürtüyle akan nehri bundan sonra dehşetler içinde fark ettik. Lanetin kalbine inmiştik, nehirle aynı seviyedeydik. O anda nehrin kabardığını gördüm, yükselmişti ama etrafa saçmadan akıyordu! Mide bulandırıcı şekillere girerek kabardı ve tavana doğru kocaman bir ateş topu fırlattı. O an hep beraberdik ama sanki yanımda kimse yoktu. Bu inanılmaz görüntü karşısında büzüşmüş olarak yalnız başıma dikiliyordum sanki. Kocaman açılmış gözlerim dehşet içinde, tavana yükselen ateş topunu izledi. Lavlar akıtarak, bir meteor gibi indi nehre koca kütle. Binlerce yılanın bir araya gelse çıkaramayacağı tıslama sesi her yerde çalan şarkıyla bütünleşti. Nehir taştı, lavlar dört bir yana hücum etti.
O anda solumuzda kalan ve yeni fark ettiğimiz mezarlıktan bir siluet fırladı. Mezarlığı gördük. Tüm sesler bir anda kesildi. Güneş tepemizde parıldıyordu. Issız bir yeşillikteydik, bir tepenin üstünde. Çitlerle çevrilmiş bir bahçe vardı. İnsanlar neşeyle duruyorlar veya dans ediyorlardı içinde. Türlü türlü çiçekler rengarenk dizilmişlerdi. Sessizce, irdelemeden ve soru sormadan, içinde bulunduğumuz durumu düşünmeden ve bir an önce neler yaşadığımızı bile hatırlamadan yaklaştık. Soldu. Bahçe yitti, güneş kapandı. İnsanlar öldüler ve mezarlarına yerleştiler. Çiçekler kurumuş toprağa dönüştü. Tahta çitlerin yerini paslanmış demir kazıklar aldı.
Yeniden zindandaydık. Mezarlardan biri açılmıştı, bu dışarı fırlayan kara siluetti. Lich, kurumuş ve şekil değiştirmiş kemikleriyle ve grotesk bir şekilde üstünü örten giysi paçavralarıyla, uğursuz bir dans sergilermiş gibi; sürünerek, dikleşerek ve iki büklüm olarak ilerdi. Yaklaştı ve aniden durdu, incecik ellerini havaya kaldırdı. Sol elinde asası donuk mavi bir ışıkla parıldıyordu.
Bir kasırga koptu ve müzik hayal gücünün ötesinde namelere dönüştü. Göz ucuyla çok uzaklara bakma fırsatım oldu, nehir çıldırmıştı; yüzlerce metrelik tavana ulaşıp şekilsiz kuleler oluşturuyor ve tekrar zemine inerken kulelerin yıkılmalarını birebir gerçekleştiriyordu. Lavlar yağmur gibi etrafa dağılıyordu.
Lich’in asasında mavi şimşekler çakmaya başladı. Gözleri kırmızı bir ışıkla yanıyordu, kafatasının üzerindeki uzun beyaz saçları delicesine, parçalanmış kara pelerinine eşlik ederek dalgalanıyordu. Ve söylemeye başladı...
Beşinci katın acısını çekin!
Styx nehrini geçin!
Tılsımınızı önemseyin!
Çürümüş cesetler ağlaşıyor,
Gökyüzüne doğru uğulduyor,
Öteki tarafa geçin,
Geniş geçidi açın.
Koşmak, kaçmak, bu çılgınlıktan uzaklaşmak yapılması gereken yegane şeydi ama kıpırdamak imkansızdı. Kalplerimiz donmuştu. Ruhlarımız donmuştu.
Büyücü dizlerinin üstüne yığıldı, bir trans içinde baygındı. Yanımdakilere göz attım, hepsinin bakışları boş ve hissizdi. Son böyleydi belki de; hiçbir silahın yenemediği bu cesur insanları böyle bir delilik mağlup edecekti. Akıllarını kaçıracaklardı, orada niye bulunduklarını bile bilmeden ağlaşarak ve müziğe uygun çılgın danslar ederek dolaşacaklardı yıkık kentte. Karanlık arkadaşları, lav nehri ise su pınarı olacaktı onlara. Ve kim bilir, zamanı gelince dehşetler korosunda onlar da şarkılar söyleyeceklerdi.
Olamaz...
Dile getiremediğim ama aklımda çılgınca bağırarak tekrarladığım kelimeydi bu. Bu olamazdı. Bir Paladin’in ruhunu zehirleyemezlerdi... Düsturlarım bana yardımcı olacaktı.
Kılıcım ve kalkanım ellerimden kayıp usulca düştüler. İleriye baktım, hiçbir şey göremiyordum. Karanlık kapanıyordu. Sonra etrafıma baktım. Arkadaşlarımı yüzüstü bırakamazdım. Derin bir uykuda görülen hafif bir rüya gibiydi. Kendi sesim bana sesleniyordu; uyanmalısın, kalkmalısın, başarmalısın... Eğildim, kılıcımla kalkanımı aldım. Ve konuşmayı başarabildim.
Angelina... Angelina... Uyanın. Kendinize gelin!
Hissiz gözler zekanın geri gelmesiyle parıldadılar ama acı içinde gördüm ki hepsinde gördükleri işkencenin izi vardı ve hepsinden gözyaşları süzülüyordu. Saniyeler içinde toparlandık. Büyücüyü transından çıkarmak imkansızdı. Onu taşımak zorundaydık.
Başarma umudumuz vardı çünkü bu umut da olmasa, ölümü mutlak kabul etmiş olurduk. Ne biz başarılı olabilirdik ne de esir alınmış grup kurtarılırdı.
Esir grubu düşünürken hatırladığım şey yüzümde tokat gibi patladı. Uğursuz Büyücüler kalesine geçit açacak olan büyücü buradaydı! Eğer hala hayattaysa onu bulmalıydık. Sonra içime çok büyük bir sıkıntı düştü. Kendi büyücümüz yaşadıklarımız karşısında böyle bir durumdaydı, değil bir büyü yapmak yürüyemiyordu bile. Eğer saklanmış olan büyücü de bu durumdaysa... İşte o zaman yazgımız dehşetli bir yola sapacaktı; ya nehrin lanetine geri dönüp esir grubu kaderlerine terk edecek ve zindandan çıkmayı deneyecektik ya da kaleye normal yoldan ulaşmayı göze alacaktık.
Grup az çok kendine geldikten sonraki birkaç saniye içinde düşündüklerimdi bunlar. Mezarlıktan çıkan Lichler yavaşça yaklaşmaktaydı, kemikleri takırdıyor, sürtünüyor ve gıcırdıyordu. Önderlerinin asasından yayılan mavi ışıkta etsiz yüzleri fırtınaya yakalanmış bir geminin batıp çıkması gibi bazen karanlığa gömülüyor bazen de gri gri parlıyordu. Yeterli mesafeye geldiklerinde ölümcül büyülerini yapmaya başlayacaklardı, elimizde gümüş silah olmadığını biliyorlardı.
Ne yapacağımızı bilmeden bekledik, gözlerimiz yürüyen ölülerin dehşetli zevklerine kenetlenmiş olarak. Korkumuzu biliyorlardı, hareketlerindeki yavaşlıktan belliydi bu. Ruhumuza işkence ediyorlardı. Usulca ve yavaşça yaklaşmak bu işkencenin onlar için en zevkli anıydı belki de. Sonra yaklaşırken dişsiz ağızlarından buz gibi mırıltılar çıkmaya başladı. Müzik tekrar coştu ve onlarda o ölüm yüklü, doğadaki hiçbir varlığın sesine benzemeyen sesleriyle çığlıklar atarak şarkılarına başladılar. Ne anlatmaya çalıştıkları belirsiz olan çığlıklar bestesi tek bir ses oldu ve sonra dehşet içinde fark ettik ki ağızları oynamıyordu! Şarkıyı kurumuş ruhlarıyla söylüyorlardı.
O an yıkıntı şehrin içine doğru delice koşmamızı sağlayan şey ne Lichlerin iğrenç ölüm daveti şarkısı ne altımızda böğüren bir Deamon güruhu varmış gibi gelen ses, ne de sesin ardından neredeyse ayaklarımızı yerden kesecek olan sarsıntıydı; bu içimizdeki tiksintinin çılgınlık ve panikle karışıp korkunun mantığı yok ettiği zamandaki dürtüydü.
İçerilere doğru kaçıştık. Nice yıkıntıları gerimizde bıraktık. Küçüklü büyüklü, yanmış ev enkazlarının arasından geçtik. Yıkıntıların arasındaki başsız kara iskeletleri umursamadan koşturduk. Büyük bir yıkıntının içinden geçerken düzinelercesi rast gele saçılmış, yatıyorlardı.
Sokaklarda da vardı; büyük bir kıyım lanetli şehri bir salgın gibi silip süpürmüş olmalıydı. Kaçışımızdan ancak birkaç dakika sonra iskeletlerinin hiçbirinin başının olmadığını fark ettik. Tiksindirici düşünceler aklıma geldi ama kaçarken geldikleri gibi yittiler. Şehrin kalbine gidiyorduk, içimizdeki umut saklanan büyücüyü bulabileceğimiz yermiş gibi bizi buraya yönlendiriyordu.
Ancak yaklaşırken hava daha fazla ilerlenemeyecek kadar yakıcı oldu, kara bir duman uçuşan küllerin rüzgarı gibiydi. Ama duramazdık ve ilerledik. Duman açılıp kapanıyordu. Büyük bir yıkıntı daha geldi karşımıza. Bunun yanından döndük ve iskeletlerin kafalarına ne olduğunu çaresizce gördük.
Bakmak istemeyeceğimiz bir görüntüydü bu ama birden karşımıza çıkıverdi. Duman tamamen açıldı ve işte o zaman saçılmış, kimi kırık kimi sağlam; gri, sarı veya hala süt beyazı kurukafalardan oluşmuş dağı gördük. Pek uzun bakmadım ona, ama karanlığın saklayacağı kadar yukarılara uzanıyordu ve genişliği de muazzamdı. Ve bakışlarımızı bu işkence abidesinden derhal çevirdik.
İşte o zaman karanlık tarafından örtülmemiş bir yol gördük. Uzunca gidiyordu, iki yanında da kazıklara oturtulmuş başsız iskeletler hoş geldin merasimi yapan hortlaklar gibi dizilmişlerdi. Bu vahşi manzaradan sonra gözlerim yolun sonunu taradı. Yıkılmış ama kötülüğü yitmemiş bir katedraldi bu. Lanet o kadar belliydi ki sanki dışarı yayılan pis bir kokuymuş gibi hissettiriyordu kendini. Şehri yıkıma sürükleyen yasakların bu katedralden çıkma olduğunu düşündüm. Hala gotik bir görünüme sahip olan dev yıkıntıların içinde al ışıklar uçuşuyordu. Küller ışıkların ucunda hiç yere inmeden dans ediyorlardı. Bu lav nehriydi, katedrali yarıp derin derin homurdanarak akıyordu. Yorulmuştu belki de ve şimdi de uykusundaydı.
Lav nehrinin buradan geçtiğini görünce pek şaşırmadım çünkü lanetlilik hissi o kadar yüksekti ki bu yasak yerde, yıkıntılara ilk bakışımda iliklerime kadar ürpermiştim. Büyük Mabed’in merkeziydi burası, tam ortası; kalbi. Aynı zamanda kötülüğün, sapıklığın, çılgınlığın da kalbiydi. Attığı zamanlarda temizdi; narin ve kirlenmemiş. Ama zamanın nasırlı elleri değdikçe bozulan, çürüyen ve kararan. Ve en sonunda ölen bir kalp... Ama bir etki ölse de sonuçları kalıcıdır, silinmesi güçtür. Kalp ölmüştü lakin kötülük hükmünü sürüyordu, karanlıkla beslenerek ve kim bilir, eskisinden daha da güçlü olarak.
Tiksintiyle görüntüye baktığım birkaç saniye içinde yıkıntılar arasından bir çukur gördüm. Lavlar anaforlar oluşturmuştu. Çukur nehirden ayrıydı fakat ince damarlarla birleşiyordu. O anda düşüncelerim doğrulandı, çukur Ateş Lejyonunun evini, vahşi çığlıkların geldiği canlı nehrin lavlarını kusup onun devamlı akmasını sağlayan yerdi. Nehrin kaynağıydı, lanetin kaynağıydı.
Bakışlarımı derhal çevirdim. Ama artık tiksinti duymuyordum. Korkum ve paniğim yitmişti. Nefret dışında tüm duygularım silinmişti. Ve tüm grubun duyabileceği şekilde fısıldadım.
Gidelim buradan. Büyücüyü bulup şu işi bitirelim
Arkamı o görüntüye ebediyen dönerken damarlarımda kan yerine nefret dolaşıyordu. Kılıç tutan elimin titrediğini fark ettim ama bu kesinlikle korkudan değildi. Ateş Elementlerinin üzerine atıldığımdaki hiddetliliğim geri geliyordu. İçimdeki vahşet, Büyük Mabed’de yaşadıklarım tarafından tekrar uyandırılmıştı ve bu asla benim zararıma olmayacaktı. Böyle bir anda tüm duygulardan sıyrılıyordum, tüm Paladin iradem gidiyor ve sadece, öldürmek ve parçalamaktan başka bir şey düşünemeyen bir canavar kalıyordu. Aynı zamanda korkuyla fark ediyordum ki bu canavar ışık yüzünden oluşuyordu. Kavram, adeta bir köle yaratıyordu. Kör bir köle... Paladin’lerin kalıplaşmış düşünce yapısına kesinlikle tersti bunlar, ama sorgulamaktan alamıyordum kendimi. Tam bir Paladin değildim belki de, iradem yoktu ve içimdeki dürtüler yüzünden de asla olmayacaktım. Ya da Paladin’den öteydim artık, bazı şeyleri seziyordum ama onların ne olduğunun farkına varamıyordum.
Ama artık emindim ki, gözlerini kor ışığa karşı kırpıştıran ama henüz açamayan biriydim ben. Fakat zaman hızla yaklaşıyordu...
Eğer arkamızda bıraktığımız Lich grubu yakında olsaydı, emindim ki, çığlıklar atarak üstlerine saldırırdım. Ama yıkıntıların içinde kaybolmuşlardı, çoktan geride bırakmıştık onları. Çok yakında, Uğursuz Büyücülerle savaşacağımızın devasıyla kendimi dizginledim. Aynı zamanda içimde büyüyen bu yaratığa lanetler yağdırıyordum.
Kurukafalardan oluşmuş dağı ve katedralin görüntüsünü geride bıraktık ve nehre paralel olarak koşmaya başladık. Şansımız yaver giderse saklanmış olan büyücüyü bulacaktık. Eğer bu olmazsa, geri dönmeye çabalayacaktık ama bunu başarabileceğimizden emin değildim. Bunları düşünürken, Dorion’un sırtında taşıdığı büyücüden ses geldi. Kendine gelmişti en sonunda. Bir an için iyice kendini toparlasın diye bekledik ve ardından, daha da hızlı bir şekilde koşmaya başladık. Aynı zamanda bağırıyorduk, aradığımız büyücü bizi duyabilsin diye.
Çok geçmeden yıkıntıların arasından, onca gürültüye rağmen, bir inilti sesi geldi. Herkes savaşa hazırlandı, Nehir gümbürdedi. Lichlerin yetişip burada önümüzü kestiğini düşündük. İnilti öyle dehşetli çıkmıştı ki anca bir Lich’in lanetli sesi böyle bağırabilir diye düşündük. Fakat öyle değildi, sonunda büyücüyü bulmuştuk.
Perişan bir haldeydi. Eskiden bir ev olduğu sanılan bir yıkıntının kapı kısmının kalıntıları arasında diz çökmüş bekliyordu. Mavi bir cüppe giymişti, başlığını yüzüne örtmüş titriyordu. Yaralıydı, sağ göğsünün altından kan sızıyordu. Bizi gördüğünde oldukça rahatladı, arkadaşının başarmış olduğunu biliyordu. Arkadaşı ölmüştü, ama başarmıştı. O olmasa kimse bilmeyecekti, büyücü burada ölecek ve diğer arkadaşları da Uğursuz Büyücülerin işkencelerine maruz kalacaktı. Zafer suları sahile çekiliyordu ve sonunda tehdit dalgaları da sona erecekti...
Hemen bandajlarımı çıkardım. Bandajlama hünerinde bir baş üstattım, yara çok ciddi olmadıkça hepsini iyi edebilirdim. Ve bu yarı sihirli işlemi büyücü üzerinde uyguladıkça, adamın rahatladığını hissettim. Birkaç dakika sonra iyiydi, korkusu da gitmişti. Angelina sırt çantasından bir tulum çıkardı ve adama verdi. Suyu kana kana içtikten sonra –ve tulumu minnettarlıkla Angelina’ya geri uzattıktan sonra- büyüyü uygulayacağı rünün, kendisi tarafından, Büyücülerden kaçmadan önce tam kalenin önünde hazırlandığını söyledi.
Böylece, maceramızın son kısmının önümüzde oluşunu heyecanla değil ama sabırsızlık ve hiddetle karşıladım.
Son hazırlıklarımızı yaptık saniyeler içinde. Bu, Uğursuz Büyücüler için muhteşem bir bozgun olacaktı. Rün, tam kalenin ön kapısında alınmıştı. Bir anda yedi kişilik bir grup gardiyanları kesecekti ve ön kapıyı kavuracaktı. O kadar hızlı ve ani olacaktı ki, surlardaki büyücüler büyü sözlerine bile başlayamayacaktı. Bundan sonra şansın nadir uzanan değneğine –fakat o gün kısa bir süre için devamlı bizimle olduğunu inkar edemem- ihtiyacımız olacaktı. Kaçırılan grubun nerede tutulduğunu bilmiyorduk. Zindanlarda olmasını umuyorduk ki planımız da buna göreydi; girer girmez direnişi kırarak aşağı katlara, zindanların bulunduğu yere inecektik. Kaledeki tüm Uğursuz Büyücüler saldırmaya geçemeden biz büyücünün açtığı geçitle ayrılmış olacaktık.
Planımız basitti ve bundan ibaretti.
Uğursuz Büyücüler bilemezlerdi ki üzerlerine kasırgadan bir lanet çökmek üzere. Bu lanet bendim ve tüm Paladin inançlarını anlık olarak silip atan şeytanca bir gülümsemeyle derin mavi geçide daldım.
Dar bir vadinin bitiminde bulunan kale, kara tavana uğursuzca kademe kademe yükseliyordu. Soğuk, sade bir taş kütlesinden ibaretti. Kuleleri çok uzun değildi, ne bir gotiklik ne bir korkunçluk taşıyordu. Sadece bir ayna gibi soğukluk vardı. Çok büyük değildi, ama kötülük tahmin edilemeyecek kadar fazlaydı. Bunu sezebiliyordum, buranın sakinlerini gözümü kırpmadan kesip doğramam gerektiğini biliyordum, hepsinin ölü bedenlerini surlardaki sivri kazıklara acımadan geçirmem gerektiğini biliyordum!
Öyle olsun...
İki bölmeli gri kapının önünde iki büyücü duruyordu. Nasıl da şaşırmıştılar ölümlerini görünce ve nasıl da kursaklarında kalmıştı şaşırmaları. Karşıma çıkan bir çıraktı. Çıraklar açık kırmızı cüppeler giyerdi. Karşımdakinin cüppesinin renginin koyu kırmızıya bulanması uzun sürmedi. Bunu, başının olması gereken yerden fışkıran kanlar yapmıştı.
Hemen yanındaki bir baş büyücüydü. Mavi cüppesinden anlaşılıyordu bu. Gözleri kocaman açıldı çırağın akıbetini görünce. Kılıcımı havada çevirdim ve geri dönmeden karnına gömdüm. Boğazdan gelen acı sesleriyle inledi. Fakat bir büyü yapmaya başlamıştı. Yarası ölümcüldü ama saldıranı da beraberinde ölüme götürmek istiyordu, son bir intikam... Deşilmiş karından kanlar sızarken kılıcımı bükerek çektim, zarifçe geri döndüm ve bileğimin hafif fakat hızlı bir çevrilişiyle kılıcın kafayı kolayca kopardığını gördüm. Parıltıdan yoksun gözler, yerdeki kafada hala aynı şokla açıktı...
Surlarda delice bağrışmalar duyuldu; Xerot ve Mazrin düştü! Bozgun! Ön kapı geçildi! Herkes içeri!
Fakat bunların hepsini duyamadım çünkü Angelina ve diğerleri kapıyı açıp çoktan içeri dalmışlardı ve ben de onların arkasından koşmakla meşguldüm.
Sarı bir alev yumağı son anda sıçramamla yanımda patladı, diğer ikisi ise doğrudan üstüme geldi. Dengemi sağladım ve sıçramadan önce bulunduğum yere doğru vücudumu serbest bıraktım. İlk ateş yumağının oynaşan alevleri göğsümü yalayıp geçerken diğerini kalkanımla karşıladım ve çarpan alevler köpürüp dağılırken sırt üstü düştüm. Kalkmam uzun sürmedi, yuvarlandım ve bir zıplayışla kapının önündeydim. Ve içeri girdim.
İki merdivenli -ki biri aşağıya ve biri de yukarıyaydı- büyük avluda altı kırmızı cüppeli yan yana durmuş, kara büyüleriyle kirlenmiş vücutlarından bir duvar oluşturmuşlardı. Ağızları aynı kelimeleri telaffuz ederek oynuyor, söyledikleri sözler birleşip uğursuz bir tını oluşturuyordu. Büyülerinin sonunda aynı hızla, aynı düzenle, elleri içeriye yeni girmiş gruba uzandı ve parmak uçlarından alevler çıkarak altı tane ateşten yumağa dönüştü.
Bu ilk direnişte ben arkada kalmıştım ve diğerleri altılı ile uğraşırken merdivenlerden usulca inen, gözleri kırmızı bir ateşle yanan mavi cüppeliyi gördüm. Ona doğru koşarken, Angelina’nın önderliğindeki gruptan bağrışmalar duyuyordum ve göz ucuyla verdikleri savaşı izlemekten alamadım kendimi.
Dorinor ve diğer savaşçı üstlerine gelen ateş toplarını kalkanlarıyla savuşturdular. Angelina çevikti ve yana parende attı. Alev topu bacaklarının yanından geçti, arkada kalıp karşı büyülerini mırıldanmakta olan büyücülerin arasını yardı ve kapının demirinde, onu karartıp bükerek patladı. Fakat altı ateş topundan ikisi Angelina’ya yöneltilmişti ve ikinci büyü çevik savaşçı havada dönerken arkadaki iki büyücünün göndermiş olduğu ateş toplarının arasından geçip kadının göğsüne çarptı. Baltası elinden uçtu, parende hareketinin yarısında, kafası aşağıda kalacak şekilde havalandı ve geriye savruldu. Acı bir çığlıkla duvara çarptı ve düşüp hareketsiz olarak yığıldı. Koşup yardım etmeliydim ama mavi cüppeli beni görmüştü, ilk önce onun işini bitirmeliydim! Yapabileceğim tek şey, valorite zırhın kadını korumuş olması için dua etmekti.
Geriye kalan diğer büyüler okçuya doğru havayı bulandırarak uçuyordu. Fakat okçular çeviklikleriyle bilinirler ki adamın üzerinde de ağır bir zırh yoktu. Benim gitmekte olduğum tarafa, merdivenlere doğru hızlı bir koşuya başladı, iki ateş topu hemen ardında zemini titreterek patladığında durdu ve yayını gerip okunu fırlattı.
Ok uçtu, iki ateş topu kırmızılara çarpıp onları çırpınan alev yumakları olarak havaya fırlattığında hedefinin göğsüne saplandı. Hemen ardından başka biri vızıldayarak başka bir Uğursuz Büyücünün kalbini deşti. Geriye iki tanesi kalmıştı, savaş çığlıkları atıp kılıçlarını sallayarak üstlerine koşan savaşçıları gördüm ve ardından bakışlarımı, yüzleşmem gereken rakibime çevirdim.
Bağırdım fakat çok geçti. Cüppesinin uzun, onu bir vampir lordu gibi gösteren yakalarının arasındaki suratı sapık bir gülümsemeyle çarpıldı. Okçuya bakarak avucunu açtı ve tek elini havaya doğru kaldırdı.
Bir an için okçu lanetli büyücüye baktı. Eli hızla, sadağından bir ok almak için arkaya gitti. Fakat büyücünün elinin yükselmesiyle ayaklarının dibinde bir ateş dirildi, bir anda onu sardı ve elin yükselme ritmiyle ateş şahlandı, tüm vücudu kapladı. Birden geldiği kadar ani olarak yitti, okçu yerde cansızca yatmaktaydı.
Onu öldürdün.
O dehşet anında tükürdüğüm kelimelerdi bunlar. İçimdeki iyi duyguların dizginlerini tamamen bıraktım, dünya artık bu delirmiş canavarın gözüne nefret ve intikam doluydu. Büyücünün yüzü tekrar sapık bir gülümsemeyle buruştu.
Zikzaklar çizip bağırarak koşarken etrafımda okçuyu öldüren büyü yerden yutmak istercesine çıkıyordu. Ama büyülere göre çok hızlıydım, sıçrayarak ilerlerken yerden yükselen ateşleri geride bırakıyordum. Sonunda birkaç basamak yukarıda duran büyücünün önündeydim. Yüzündeki gülümsemenin dehşetli bir ifadeye dönüşmesini zevkle izledim. Ve sıçradım. Kılıcım büyüleri yapan kola indi. Omzunu keserken kemik kırılma sesleri duydum, bir çatırdama ve ardından kılıcın deriyi, kasları ve damarları yumuşakça kesip yarma sesi. Kesilen yerden kan oluk oluk fışkırırken kol aşağıya uçtu. Kılıcım indiği hızla, tekrar yukarı savruldu ama bu hamle çaprazlamasınaydı ve büyücünün geriye kalan tek kolunu da dirseğinden itibaren koparıp attı. Çığlıklar nefretle bakan sert gözlerimde yankılandı ama bu acınası –inanılmaz şekilde ıstırap çeken ve de birkaç saniye sonra ölmüş olacaktı- adama yapacağım son vuruşu engellemeyecekti.
Kılıcımı üstündeki kanları saçarak kaldırdım ve büyücünün gözleri kaymış kafasına hızla indirdim. Kafa yarıldı, beyni etrafa saçıştı ama kılıç durmadı, adamı beline kadar ikiye böldü.
Görüntüye son kez kısa bir bakış attım ve ne bir acıma ne bir tiksinti hissettim. Soğukkanlılıkla döndüm ve Angelina’ya doğru koştum.
Hatırladığım kadarıyla, insanlık şeklinden çıkmış ceset sadece ayaklarından insan olduğu anlaşılacak şekilde bir et yığınına dönüşmüştü. Cıvık beyin parçalarının hemen yanında, adamın göğsündeki yarıktan dışarı akan organlar kan gölü içinde yüzüyordu. Bunlar, çılgınlık anından sonra, görüntüye kısaca bakmanın nedenleriydiler.
Okçunun yanından geçtim, diğer savaşçılar kalan iki kırmızı cüppeliyi öldürürken hemencecik nabzını yokladım. Atmıyordu. Hiçbir şey düşünemedim o an. Bacaklarım beni Angelina’nın yattığı yere yöneltti.
Derin bir nefes alıp rahatlamamın nedeni onun toparlanıyor oluşuydu. Gözleri okçuya gitti ve sonra benim gözlerime kenetlendi. Kafamı evet manasında salladım ve kabullenişinin ardından baltasını alıp grubu aşağı inen merdivenlere yöneltti.
Büyük bir ikilemde kaldım, merdivenlerden aşağı inen gruba baktım ve sonra okçunun cesedine. Cesedi burada bırakamazdım, bu yerin çarpıklığı ve sapkınlığı onun ruhuna rahatsızlık verecekti ve zaten, Paladin inanışlarıma göre de bu yanlıştı. Böylece, dönerek tavana ulaşan merdivenden hızlı ayak sesleri duyulurken koştum ve hala sıcak olan cesedi sırtladım.
Aşağı inen merdivenlere ulaştığımda arkadaşlarının cesedini tiksintiyle atlayan kalabalık bir kırmızı cüppeli grubu gördüm. Mavi cüppeliyi anca kana susamış, sapık bir canavar bu hale getirebilir diye düşünmüş olmalılardı ki bir an için duraksadılar. Sonra beni gördüler, benim yaptığımı anlamış olmalılardı. Bilemezlerdi ki, bilmiyorlardı ki o an kabuslardan sıçramış öyle bir yaratıkla aramda hiçbir fark olmadığını. Duraksamalarının ardından lanetler yağdırarak bana doğru koştular. Son kez geri baktım ve avluya büyüyle gelen birkaç mavi cüppeli gördüm. Böylece hızım iyice artmıştı.
İndikten sonra meşalelerle aydınlatılmış, rutubetli dar koridor boyunca önde savaşarak ilerleyen grubun ardından koştum.
Bundan sonra her şey bir anda oldu.
Grup sola dönerek kayboldu. Hemen ardından sevinç çığlıkları duydum; bulduk onları, hemen çıkalım buradan, bulduk onları!
Sonra derin bir gürleme sesi duydum, yerin altından gelmiş gibiydi. Tüyler ürperticiydi, dehşet doluydu ve kulaklarımı kapamama neden oldu. İçime inanılmaz büyük bir korku düştü, tüm duyguların ötesindeydi ve yiyip bitirdi beni. Her şey yitti, denetimim dışı gelişen bir rüyadaydım sanki... Beni bu kadar etkileyen şey, gürleyen sesin sahibinin hayali ve grubun sesinin artık duyulmaz olmasıydı.
Bulanık bir dünya içinde, kendi nefes sesim kulaklarımı tırmalarken aklımda onlarca düşünce oynaştı. Koridordan yaklaşan büyücüleri gördüm bir an için. Her şeyi boş vermek, öldürmek ve ölmek için üstlerine atılmak geldi içimden. Uyuşmuştum. Koridor daralıp genişliyor, sarı alevler cehennem kırmızısına dönüşüp üstüme kapanıyordu.
Son bir gayretle ilerledim ve sola döndüm. Nahoş havalı bir hapis odasındaydım, tavana direklerle bağlı kapısı açık kafesler her yerdeydi. Bazılarının içinde çürümüş cesetler uğursuzca yatıyordu. Bir kaçış yolu aradım ve odanın ucunda, alçak bir masada duran rünler çekti dikkatimi.
Birinde şöyle yazıyordu; dışarısı.
Her şeyi boş vermenin eşiğinde olduğum bir anda, rünlere güvenmek zorundaydım. Çantamdan mavilerle süslenmiş bir parşömen çıkardım. Parşömeni okumaya başlamadan önce odadaki diğer kapıyı fark ettim. Aşağı iniyordu, sarı bir ışık dalgalanarak kapıdan bulunduğum odaya akıyordu. Küçük, kara bir kumaş parçası lanetlice bana doğru gülümsüyordu. Aklımda yine onlarca düşünce oynaştı ama gine de büyü kağıdını açtım ve rüne tutarak okudum. Tek elimle cesedi vücuduma yapıştırdım, büyünün ikimizi de taşıması için gerekliydi bu. İçeriye Uğursuz Büyücüler doluşurken her yer bir rüyadan uyanış gibi karardı ve uzun bir süre öyle kaldı...
Uyandığımda hava kararıyordu. Ateş Zindanının meydan okuyan girişi karşıma dikilmişti. Üzerimde aşırı bir hüzünlülük ve bezginlik vardı ve de kusacak gibiydim. Bakışlarımı çevirdiğimde yanımda yatan okçunun cesedini gördüm.
Ay yükseldi ve ağıtlar söyledi. Yüksek ağaçların arasında huzurla boğulan bir tepeye kazdım okçunun mezarını. Böceklerin ötüşmeleri dışında ses yoktu ve okçuyu mezarına yerleştirip tatar yayını göğsüne bıraktığımda onların da notasız ciyak şarkıları kesildi. Mezarı kapatırken, okçu için yas tutan sadece ışıl ışıl parlayan ay ve de bendim...
Oradan bir şey düşünmemeye çalışarak uzaklaştım ama aklımda korkulu düşünceler ürpertili danslar sergiliyorlardı. Güneydoğuya yöneldim ve ormanın gizemlice kucak açan sessizliğini yarıp sahile ulaştım.
Yıldızlar ışıltılı nehirlerle sonsuz görünen kara denize dökülüyorlardı adeta. Dalgalar hafifti ve ah çekerek kıyıya vuruyorlardı. Dakikalarca enginliğe baktım, deniz gümüş ışıklarla pırıldarken göz yaşlarımın usulca döküldüğünü fark ettim.
Ormandan sesler duyunca arkama bile bakmadım. Gecenin karanlığında kara bir gölge bana doğru süzüldü. Yanıma geldi ve zarifçe durdu. Koca siyah gözleriyle beni süzerken yasımı paylaşıyordu adeta.
Ay ve yıldızlar bulutlar tarafından örtüldü ve deniz de ışıklarını keserek cevap verdi. Gecenin içinde içime bir uğursuzluk ve bir de huzur yayıldı ve Geceruhu’na yaslanıp kendimi karanlığa bıraktım.
Ama ölmüş olmamalılar. Ölmüş olmamalılar, bu olamaz. Her şey iyilik, ışık yüzünden. Köleliğimizi görebiliyorum ve vicdanlarımız bu köleliğin zincirleri. Yine de biliyorum, kabullenmiyorum. Ölmüş olmamalılar! Her şey bir rüya da olabilir! Akıllara zarar bir rüya...
Ama, ne zaman bunu düşünsem, lanet olası büyücülerin kalesinde, o hapis odasındaki esrarengiz alevleri püskürten kapı gelir aklıma ve yerde parçalanmış siyah kumaşı hatırlarım, o dehşetli gürleme sesinden sonraki çılgınlık anlarının ardından bir hatıra kalan siyah kumaşı, sesin geldiği yerdeki kumaşı, Angelina’nın eteğinden kalan kumaşı... Ve o cehennemlerin lorduna has gürleme sesi kulaklarımda yankılanır, bir Balron’a ait olan gürleme sesi...
2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder