Kara Hayal Rıhtım’ı Üzgünce Sunar:

Kuşlar Nerede Ölürse


Bölüm 7



7.

Dörtlü, devasa zincir boğumunun yanından geçti. Topak gibi kıvrılmış zincir kütlesinden fırlayan uç, hisarın köşesine çakılıydı. Geri kalan kısım yere giriyor, oradan da boyutsal yolculukla gökyüzünü delerek dünyaya, Ağlayan Virane’ye iniyordu. Gri duvara çakılı boğum dörtlünün önünde metalik bir çığ gibi yükseldi ve yavaş yavaş geride kaldı. Savaşçılar geçerken sakindi, gıcırdamıyor ve kasılmıyordu.

Mor-siyah damarlarla çürümüş bulutun üzerinde ön cephe boyunca yürüdüler. Zemin, dünya üzerindeki topraklara tamamıyla yabancıydı. Hisarın görünür tek bir girişi vardı. Solgun yeşil dev kapı yükseklere çıkıyordu. Dörtlü, kapının önünde durdu. Kızıl Cübbeli Prens Corum Jhaelen Irsei, Köln Dükü Hawkmoon, yaralar içindeki siyah dev şampiyon Erokose ve Melnibone’lu Elric, bakışlarını yukarıda buluşturdular. Rüzgâr saçlarını ve elbiselerinin kıvrımlarını savurdu. Metalden ve taştan melez gri hisar, şimşeklerin oynaştığı gökyüzüne uzanmıştı. Yıldırımlar hisarın tacına çakıyordu. Tüm düzlem fırtına bulutlarıyla kararmıştı ama yağmur yoktu.

“İşte…” dedi Corum kaşlarını çatarak. Bulunduğu yerden cılız gözüken şimşeklere ve yıldırımlara baktı. Gök gürültüsü kulaklarına ulaşmıyordu. “Yolun sonu. Hisar. Kapıdan gireceğiz ve Yüzü Olmayan Adam denilen düşmanla çarpışacağız.”

Sessizlik, Yüzü Olmayan Adam’ın evinden başka hiçbir şeyin bulunmadığı bu düzleme girdiklerinden beri ilk defa bozulmuştu. Dünya üzerindeki buluşmaları tesadüfî olmuştu. En azından dörtlüye öyle görünmüştü. Elric yok ettiği Gardiyan’ın düzleminden ölülerini sessizlik içinde taşıyan Düzlemyürüyücülerle dönmüştü. Dev zincirlerin göğün altında raks ettiği arazide diğerlerine rastlamıştı. Konuşmuşlardı. Amaçları birdi ve siyah savaşçının ısrar ettiği üzere kaderleri de, o yüzden Elric yoldaşlıklarını kabul etmişti. Düzlemyürüyücülerden biri onları bu düzleme çıkarmıştı.

Corum’un dedikleri sükûnetle karşılandı. Şimşekler çakmaya devam ediyordu. Rüzgâr ıssız düzleme uğulduyordu. Ürperdiler.

“Pekâlâ. İçeriye nasıl gireceğimize bakalım.” Erokose kılıcını kınından sıyırdı ve tek elinde tutarak ilerledi. Corum ve Hawkmoon da aynısını yaptı. Elric, Fırtınayaratan’ı şimdilik kınında bırakmanın daha güvenli olacağını düşündü.

Dörtlü, yeşil kapının birkaç adım ötesine gelene kadar buluttan toprakta ilerledi. Kapı bir kez inledi, ardından gıcırdayarak sol taraftan içe birkaç metre kaydı.

“Nasıl bir tuzağa yürüdüğümüzü sadece tanrılar bilir.” dedi Hawkmoon alçak bir sesle.

Elric sinirlice soludu. “Bir tuzaksa bu, tanrıların hazırladığı bir tuzak olsun ve hepsi bizi içeride bekliyor olsun. Kapının tam arkasında, mümkünse. Çünkü öfkem taze ve kılıcım tanrı ruhuna aç.”

Corum’un eldivenli eli kapının kabartmalı metalini kavradı. Önce kılıcını sarkıttı karanlık geçide, sonra bakışlarını. Kimse yoktu. Peşi sıra girdiler.

Kapı aralığından sızan ışık güçsüzdü. İlerisini görmeden temkinlice ilerlediler. Koridorun duvarları solgun mavi renkte atıyordu. Koca duvarlar sadeydi, ne bir tablo asılmış, ne bir oyma işlenmişti. Karanlık koridor geniş bir ağızdan muazzam bir salona açıldı.

“Yıldızlar her gece kalbimize hitap etmez.” dedi Hawkmoon, hepsi salonu endişe ile süzerken. “İşte öyle geceler, gecenin göğü inanılmaz bir boğuculuk yayar.” Gözleri tüm salonda gezindi. “O tekdüzeliğin… buradan hiçbir farkı yok.”

Sıkıntı ve kasvetin havadaki her bir toza işlediği mekân, kaynağı tek olan loş bir ışıkla lanetleniyordu. Metalik saçaklarını her yöne uzatmış, denizanası şekilli grotesk bir avize garip ihtişamıyla tavanda salınıyordu. Binlerce solgun kristali birbirine çarparak sinir bozucu bir çınlama çıkarıyordu. Ses uzaktı, tavan uzaktı, ötesi gözükmüyordu ve avize kocamandı. Salonun kara ufkunda dikdörtgen bir ayna ve ufkun ardına karışan merdivenler vardı.

Erokose konuşmadan önce elini ağzının önünde salladı; dingin bir toz perdesi salonu kaplamıştı, avizeden dökülüyor gibiydi ama hiç şüphesiz ışığın aldatmasıydı. “Aksini beklesem de, tehdit gözükmüyor. Aynaya yaklaşalım. Sonra da merdivenleri deneriz.” Çizmeleri kırmızı bordo bir halıyı uzun adımlarla çiğnemeye başladı. Bir kez daha yukarıya baktı. Ağır avizenin her tur salınışıyla toz perdesi helezon kıvrımlarla dans ediyordu.

Uzak aynaya doğru yürüdüler. Sağ ve sol taraflarında siyah suları dalgalanmadan uzanan sessiz havuzlar vardı. Büyük havuzlar oldukça uzak olduğu için dörtlü, suyun kasvetini inceleyemedi. Altlarındaki kırmızı halı uzadıkça uzadı, bordo çizgiler kıvrıldı ve üç boyutlu desenler oluşturup grupla birlikte ilerledi. Şimdi halının kenarlarında, sıra sıra karşılıklı heykeller dikiliyordu. İlk tabur bodur figürlerden oluşuyordu.

“Sağ taraf erkek, sol taraf kadın…” dedi Corum, tek gözüyle gri heykellerin kıvrımlarını incelerken. “Ve her sıra farklı figürlerden yontulmuş…”

Dörtlü bir an için durdu. Akıllarına geleni söylemeden önlerinde uzanan binlerce heykele baktılar. Sessizce, tekrar yürümeye başladılar. Ayak sesleri kadim halı tarafından emildi.

Heykeller geçildi. Çirkinleri, güzelleri, dört bacaklı olanları, gözden yoksunları, üç kolu olanları, sadece kafadan oluşanları, kafası olmayanları, tüm vücudu gözden oluşanları, pençeli yırtıcıları, masum gözükenleri; sağda erkeği, tam karşısında kadını, şaşmaz bir boy sırasında.

“Ve işte, insan…” diye fısıldadı Hawkmoon. Erkek heykel elindeki kılıcı görünmeyen rakibine saplamıştı. Kadın ise çırılçıplak, şehvetli bir pozisyonda kasılı kalmıştı. Dörtlü en ufak bir hürmet göstermeksizin geçip gitti.

Elric bakmamaya çalışıyordu. Heykeller çeşitlendi; kanatlılar, meleksiler, ejderler ve iblisler, yasanın yaratıları ve kaosun yaratıkları ve şimdi hatırlanmayan ölü tanrılar canlıyken ve unutulmuş zamanlarda gizemli haşmetleriyle hükmederken yaşamış olan ölümlüleri ve ölümsüzleri, pitoresk büstleriyle yanlarda yükseldiler. Elric mutlak görüntünün kırmızı halı olmasına çaba gösterdi, ama her nasılsa bordo çizgiler bakışlarını şaşırtıyor, kendini sonsuzluğa uzanan ifadeleriyle çakılı heykelleri izlerken buluyordu. Bakmak istemiyordu, içinden çığlık atmak geldi. Ve kendini koşarken buldu. Şimdi hepsi kırmızı halı boyunca koşuyordu. Sallanan avizenin yarattığı gölge oyunları heykeller üzerinde gerçeklik buluyor, hareketsiz yanılsamalar yaratıyordu. İşte, o succubus Elric’e göz kırpmıyor muydu ve o Düzlemyürüyücü adam kaşlarını çatmış, nefretle bakmıyor muydu?

Son heykelleri de geçtiler ve halıdan koridor arkalarında kaldı.

“Bir büyü ya da değil, ama heykellerin arasından çıkıp gölgelere karışma isteğim engellendi. Bordo desenin kıvrımları halının kenarlarına bir bariyer örmüş gibiydi.” diye soludu Erokose.

“Kozmik geçit töreninin bir parçası olduğu kuşkusuz.” dedi Corum, eldivensiz eliyle göz bandını ovalarken. “Görmememiz gereken bir sürü şey oradaydı. Sadece Denge adına değil, kendi ruh sağlığımız için de…”

Elric ve Hawkmoon sessiz kaldılar. Elric, bir an için Fırtınayaratan’ı çekip birkaç heykel dağıtma güdüsüne kapılmıştı. Ama şimdi, kırmızı bordo yola doğru dönme fikri bile soğuk geliyor, bedenini titretiyordu.

Orada, ırkların yolunu yeteri kadar geride bıraktıktan sonra çömelip dinlendiler. Salonun karşı duvarı, oraya gerilmiş ayna ve merdivenler hala uzaktaydı. Hawkmoon’un yanında küçük bir azık torbası vardı. Kurutulmuş et, iki şişe şarap, biraz ekmek… Sessizlik hâkimdi ve akıllarında heykellerin gölgelerle dans eden simaları vardı. Simaların siluetlere dönmesine, siluetlerin de aklın gölgelerine karışmasına şarap yardım etti ve kısa bir süre için görevleri dışında sohbet ettiler.

Elric gerindi ve uzun tırnaklı beyaz parmakları saçlarının arasında dolandı. “Artık ilerlesek iyi olacak. Bu meseleyi bir an önce nihayete erdirip geride bıraktıklarımızı unutmak istiyorum.”

Corum neredeyse gülümsedi. “Unutacağımıza eminim. Ama derinlerde, kayıp düşler olarak kalacaklar. Bazı geceler kâbus olarak yüzeye çıkıp uykudaki zihnimizde gezinecekler. Buna şüphem yok.”

İlk kalkan Hawkmoon oldu. Olduğu yerde kaldı ve şaşkınlık içinde önce ileri, ardından yukarı baktı. Diğerleri de oldukları yerde donmuş vaziyette, tedirgin yüzlerini yukarıya doğrulttular. Rengârenk bir ışık dalgası durdukları yeri süpürüp uzaklaştı. Uzaktaki duvar kendilerine gelmişti.

“Gözlerimin beni yanıltmasını umursamıyorum.” dedi Hawkmoon, gözlerini bir kez bile olsun kırpmadan, bakışlarını kaçırmadan. “Ama bu… Nasıl bir egoist kişilik bu ebatta bir ayna ister, bilmiyorum.”

Salınan kristallerinin sesinin bile dindiği mutlak bir sessizliğin ortasında diğerleri yavaşça ayağa kalkarken elbiseleri hışırdadı. Dörtlü, şaşkınlık içinde öylece, sessizce orada ayakta durdu ve yüz metreden fazla yükselen aynaya baktı. Işık dalgası üzerlerinden tekrar geçti.

“Rahatsız edici. İçimden bir his buradan uzaklaşmamızı söylüyor.” dedi Erokose.

Elric, Hawkmoon ve Corum gibi, Erokose’nin dediklerini duymadan, ırkların heykelleri de dâhil geride bıraktıkları tüm salonu gösteren aynaya bakıyordu. Minicik ve önemsiz; bir köşede dikilmişler, evrenin oyunlarında gelip geçici ama olmazsa olmaz durumdaki figüranlara dönüşmüşlerdi.

“Ne ihtişamlı Vadhagh salonlarında ne de geniş Nhadragh hollerinde böylesine aynalar vardır. Yine de görkemli diyemeyeceğim. Koca yansımada kendimizi bu kadar küçük görmek… Neredeyse duygularımla özleştireceğim.” dedi Corum.

“Yine de normal bir yansıma olarak kabul etmek isterim. Nahoşluğu büyüklüğünden geliyor olabilir.” diye bildirdi Hawkmoon.

“Hayır hayır… Siz de hissedemiyor musunuz?” diye yakındı Erokose. Suratını buruşturdu. “Bu normal bir ayna değil. İçimden… İçinizden geçenlerin doğru ya da yanlış olduğunu sorgulamayacağım.” Devin kaşları çatık yüzünden acı bir tebessüm geçti. “Kim sorgulayabilir ki? Ama hissetmiyor musunuz? Yoksa sadece benin mi duygularım alaşağı oldu, küçüldü ve soldu tıpkı dev görüntüdeki önemsiz yansımalarımız gibi?”

“Bu ayna bana o maskeleri hatır… Ah, evet! Duyguları ve hatıraları bulandırdığı kesin. Yine de yansımalarımız normal. Ah… Şimdi anlıyorum! Aynanın gördüğü yansımalar normal değil!”

Corum, aralarında bakışlarını aynadan öteye ilk çeviren, Erokose’ye baktı. “Gerçek bizi mi çarpıttığını söylüyorsun?”

“Anlıyorum!” diye araya girdi Hawkmoon. “Hissettiğim nahoşluk, kendi öz duygularımın çarpıtılması. Aynanın nahoş büyüsü, onun bizi görmesi. Bizim yansımalarımızın minikliği, acizliği duygularımın boğulmasını tetikliyor olmalı.”

“Ya da çarpık öz duygularının yüzüne vurmasını.” dedi Corum. Acı hatıraları aklının bir köşesinden çıktı, hatıraların güttüğü duygular Kızıl Cübbeli Prensi kavradı. Corum tekrar konuştu ve sesi önce titrek de olsa sonradan kararlıydı. “Böylesine önemli bir görevde bilinçsiz bir nesnenin hatırlattığı anılara yenilmeyeceğim, anılar ne kadar acı olursa olsun. Siz ne diyorsunuz, yoldaşlar?”

Erokose başını salladı. “Katılıyorum Prens Corum. Yine de ayna… Kasvetli salonun davetsiz misafirlerini uzak tutamayacaksa sadece basit bir zevk yüzünden mi koyulmuş buraya?”

Salınan avizenin ışıkları duvara çarptı, dev aynanın üzerinde bulunan üç levhalı petekli camdan bir kez daha yansıdı. Binlerce petek, ışığa binlerce rengiyle cevap verdi ve dörtlünün üzerinden bir ışık dalgası daha geçti. Aynanın ayaklarının dibindeki iki dörtgen havuz fokurdadı. Diğer havuzlar, buradaki minik torunlarından uzakta, bulanık sularını sakince dalgalandırıyorlardı.

Erokose Elric’e baktı. “Sen ne diyorsun, Elric?”

İlk titreşim zayıftı. Elric dışında herkes hissetmişti. Albino boş gözlerle aynaya birkaç saniye daha baktı.

Bir titreşim daha. Öncekinden daha etkiliydi.

Elric, hisara girdiğinden beri kınında duran Fırtınayaratan’ı hızla çekti. “Buna daha fazla dayanamayacağım!” diye bağırdı ve sol taraftaki merdivenlere koşmaya başladı. “Lanetli şey! Lanetli şey!” diye uluyordu.

“Elric!”

Albino karanlığa karışırken arkasından bağırdılar ama ses hisarın gümbürdemesinde yutuldu. Titreşim, hisara yıldırım gibi çakan bir sarsıntı olarak dönmüştü. Havuzdaki sular çalkalandı ve kenarlardan taştı. Avizenin metalik kordonları çığlıklar attı. Ayna zangırdadı.

Elric koyu ahşap merdivenlerde çılgınca koşuyordu. Merdivenler sarsıntıyla inledi, albino hafifçe sendeledi ama koşmaya devam etti. “Lanetli ayna! Lanetli şey! Buna izin vermeyeceğim!”

“Elric! Geri dön! Sakin ol!” diye bağırdı Hawkmoon.

“Peşinden gitsek iyi olacak.” dedi Corum ama bir başka sarsıntı üçünü de tökezletti. Tozlar iniyor, tozlar çıkıyor, girdaplar oluşturup dönüyordu.

Erokose, aynadaki dalgalanmayı fark etmişti. “Ayna! Lanet olsun! Bu da ne?”

Merdivenler sağda ve solda, aynadan elli metre kadar ötede yükseliyorlardı. Genişlerdi, ahşap koyu kahverengi ve cilalıydı. Belli bir yüksekliğe kadar dümdüz yukarıya çıkıyorlar, sonra iki tarafta da kıvrılıyorlar, sarmal bir yapıya bürünüp dosdoğru yukarıya erişiyorlardı. Elric, aynanın sol tarafındaki sarmal merdivene ulaşmıştı. Uluyarak devam etti.

“Perspektifi bükülüyor!” diye bağırdı Corum. Sarsıntı kalıcı oldu, hisara ardı ardına gümbürdeyen görünmez darbeler iniyordu. Avize kasırgaya yakalanmışçasına sallanıyordu. Kristalleri birbirine vuruyor, titreyen salona ışıktan oval bir burgaç düşürüyordu. Peteklerden yansıyan renkli ışık dalgası etrafı histerikçe süpürüyordu.

“Dikkat!” diye haykırdı Hawkmoon. Geriye hareketlendiler. Taşan havuzun suyu dumanlar çıkararak zemin boyunca dağılıyordu.

“Bir tuzağın ortasına düştük.” dedi Erokose. “Sarsıntının nedeni besbelli ayna!”

Corum yansımaya baktı. Arkalarında kalan salonu çarpıtılmış gösteriyordu. Görüntünün açıları dalgalanıyor, perspektif çalkalanan bir deniz gibi hareketleniyordu. Kızıllar içindeki savaşçı arkasına göz attı; sallantının kaosu dışında normaldi. Tekrar aynaya döndü. Gözleri açıldı. “Oradan bir şey geliyor!”

Elric yılankavi merdivenin zirvesine ulaşmıştı. Merdiven burada tekrar düzleşiyor, üst tarafın karanlığına karışıyordu. Lakin çılgınca uluyan albinonun hedefi burasıydı. Aynanın tam üzerinde kara ahşaptan bir destek köprüsü uzanıyor, sağ ve sol merdiven hatlarını birbirine bağlıyordu. Tırabzansız köprüye atlayan Elric sarsıntıya aldırmadan orta kısma koştu.

Erokose delirmiş albinoyu gördü. “Aynayı kıracak! Geriye! Çabuk!” Üç savaşçı heykelli yola doğru kaçtı.

Elric köprünün ortasında, metalik plakaların altında durdu. Fırtınayaratan’ı havaya kaldırdı. Renklerin nehri bir kez üzerine aktı, sayısız renk kaos hizmetkarının görüntüsünü aydınlattı. Bir çığlıkla Fırtınayaratan’ı aşağı savurdu.

Albino henüz oraya koşarken, aynanın yansıması öğüren bir insan gibi iki büklüm olmuştu. Mutlak olmayan görüntü bir süre daha çalkalandı. Fırtınayaratan aşağı indi. Ayna bataklık fokurdamasına benzer bir sesle doğurdu. Kara kılıcın ucu, parlak sert kafadan sekti.

Sıvılaşmış cam akarak devasa siluetin son halini verdi. Yüz metreden uzun yaratık, ayna-dev, ilk adımını attı. Ve gümbürdeme. İkinci adım, ikinci gümbürdeme. Her adım salonu sarsıyordu. Ayna-dev, ileride bekleyen üçlüye doğru adımlarını gümbürdetti.

Elric köprünün üzerinde dikilirken ve darbesini hissetmeyen devi izlerken histeri krizinden çıktı. Ne var ki vücudunu kıpırdatamadı. Kafası neredeyse kendisiyle aynı hizada olan yaratığı büyülenmiş şekilde izledi. İnsan vücuduna sahip dev tamamen ayna camından oluşuyordu. Pürüzsüz teni ışıldıyor, yansıtıyor, parlıyor ve çarpıtıyordu. Göz çukurları, ağzı ya da burnu yoktu; düz cam yaratığın derisi ve giysisiydi. Her bir adımıyla hisarı sallıyor, albinonun durduğu yorgun destek köprüsünü çatırdatıyordu.

“Yüce âlemler adına! Bu şey de ne böyle?” diye bağırdı Erokose.

“Aynanın yaratığı. Aynanın ta kendisi. Görüntünün içinden yaklaşan şey buymuş demek ki.” Corum, tek gözü dehşetle açılmış, bakıyordu. Yüksek aynanın yüzeyinde devin silueti şeklinde kapkara bir gedik vardı.

“Kılıçlarımız işe biraz yararsa mutlu olacağım. Ama içimde tam tersine dâhil müthiş bir his var.” dedi Hawkmoon.

“Hayır. Bu şeyle savaşmayacağız. Dosdoğru merdivenlere koşalım.” Erokose, uzandığı yerin karanlıkla perdelenmiş olduğu merdivenleri işaret etti. “Salonun ardına kaçarsak takip edemez. Hem darbe etmemiz gerekirse, daha yüksekte olmayı tercih ederim.”

Hawkmoon ve Corum başlarıyla onayladılar. “Tamam” dedi Erokose. “Hadi!” Üçlü, sağ taraftaki merdivenlere doğru hızlı bir çıkışa kalktı.

Ayna-dev, üçlüye zaman kazandırarak durdu. Yaratığın silueti titreşti, iç ve dış bükey yansımaları nabız gibi atmaya başladı. Ve hem tiz hem bariton bir sesle yaratık böğürdü. “Beni siz yarattınız! Aynada gördüğünüz kendinizim! Hatırlamak istemediğiniz tüm anılarınızım! Tatmak istemediğiniz tüm duygularınızım!”

Camdan yaratığın sesi koşan üçlüyü sertçe vurdu. Ayna-dev tekrar harekete geçti. Aşağısında kaçışan bu küçük insanları ezmek için uzun adımlarla yürüdü. Devin ayak sesleri… Hisarın metalik inlemeleri ve taşın esneme gacırtıları… Büyük avizenin şıngırtıları ve etrafa gönderdiği ışık çakmaları… Toz tanelerinin bağımsız dansı… Hisarı bir kukla gibi sallayan sallantı… Kaotik bir bulamaç.

Avizenin ışık veren kristalleri dökülmeye, metal, taş ve ahşap zeminde keskince patlamaya başladı. “Devam edin!” diye bağırdı Corum. “Sakın durmayın!” Hawkmoon kılıcını yukarıya savurdu ve keskin bir kristali paramparça ederek savuşturdu.

Elric köprüden bakıyordu. Yapabileceği, ayna yaratığa karşı kullanabileceği bir şey arıyordu. Bir an için Arioch’a yalvarmayı düşündü, ama hayır; Kaos Prensi bu boyuta gelemeyeceğini önceden belirtmişti. Altındaki köprü gitgide esniyordu. Tahtanın gerilme sesleri rahatsız edici olmaya başlamıştı. Avizeyi tutan zincirler ve kordonlar esnedi ve o kısımdan bir başka toz şelalesi serpildi. Elric bir dev avizeye, bir de uzaklaşmış olan ayna-deve baktı.

Cam yaratık, merdivenlere doğru koşan üçlüyü yakaladı. Bir ayağını sertçe üzerlerine kapadı. Hawkmoon, Corum ve Erokose, dağılıp kendilerini yere attılar. Ayak toz kaldırarak ortalarına indi. Keskin bir şangırdama sesi dalga dalga yayıldı ama devin ayağında en ufak bir hasar yoktu. En çabuk Corum toparlandı, hızlı bir taklayla pozisyonunu aldı ve ayna yaratığın bacaklarının arasından geçerken kılıcıyla vurdu. Kılıç titredi ve sertçe sekti. Camda bir çentik bile oluşmadı.

“Tamamen etki…” diye bağırıyordu ki Hawkmoon üzerine atılıp kendisini yere yıktı. Hemen yanı başına gümbürtü bir çekiç gibi indi. Erokose yanlarına koştu, kalkmalarına yardım etti ve kristal yağmurunun altında tekrar merdivenlere koşmaya başladılar.

Ayna-dev takip etmeden durdu, cam yüzeyi yine dalgalanmaya, nabız gibi atmaya başladı. Bu sefer neler böğürüyordu, ne Elric duydu ne de hayatları pahasına koşan üçlü.

Elric kararını verdi. Ayna-devin kısa oyalanmasının arkadaşlarına yeterli zamanı tanıyacağını umdu. Fırtınayaratan’ı kaldırdı ve beyaz yüzünün önünde tuttu. “Kılıcım.” diye fısıldadı yumuşak ama kin dolu bir sesle. “Bunu başaramazsak, kabzana sonsuza dek hiçbir el değmeyecek. Bu kaçık kalede unutulup gideceksin. Ne ben olacağım ne de canlarını alabileceğim kurbanlar. Susuzluğunu ruhlarla gideremeyeceksin.” Albinonun durduğu köprü, son birkaç dakikadır yaşadığı esnemeler içinde en büyüğüne maruz kaldı. Siyah kalas kırılmak üzereydi. “Kara iradeni aksi için zorlama.” Beyaz iblis geriledi, kolunu gerdi ve hastalıklı bedenine çağırabileceği tüm gücüyle Fırtınayaratan’ı fırlattı.

Kara kılıç döne döne uçtu. Merdivenlerin eşiğine doğru, Corum koştu, Hawkmoon koştu, Erokose koştu. Ayna-dev, kara egoların yaratığı, üçlünün peşinden atıldı.

Kara kılıç uçtu. Çığlık atan avizenin acılarını sonlandırırcasına, yaşam bağını kesip geçti. Zincirler ve metalik kordonlar Fırtınayaratan’ın şimşek gibi çakan darbesiyle koptular. Tavanın mengenesinden kurtulan avizenin kristalleri tek bir ahenkle titreşip çınladılar. Ardından dev kütle tok bir uğuldamayla düştü.

Avizenin ucu ayna-devi pürüzsüz başının arkasından vurdu. Büyük bir gürültü koptu; camlar patladı, hala ışık veren kristaller salonun her yerine uçuşup keskince saplandı; molozlar fırladı ve metal ani inlemelerle büküldü. Her yeri toz kapladı. Kozmik kalenin görkemli salonunu akıştan yoksun zaman boyunca aydınlatan avize yerdeydi. Örselenmiş bir miğfer gibiydi.

Corum büyük sarsıntıda merdivenin tırabzanlarına tutunmuştu. Toz soludu ve öksürdü. “Gömülmüş olmalı.” diye boğukça söylendi. Hawkmoon zaferle sırıtırken Erokose gözlerini kısmaktan başka tepki vermedi. Corum eldivenli elini heyecanla gözüne götürdü. “Göz bandımın ardındaki gözüm düzlemlerde ilerleyen tehlikelerin izdüşümlerini görüyor. Acele edelim çünkü birazdan hoşumuza gitmeyen bir şeyler ortaya çıkabilir!”

“Elric! Albinoyla birleşip tepenin karanlığına ulaşalım. Sonunda umudun ışığı olacağını hiç sanmıyorum gerçi…” Hawkmoon son cümlesini derken çoktan koşmaya koyulmuştu.

“Tanrılar…” diye gülümsedi Erokose.

Albino üzerinde durduğu destek köprüsü çatırdayarak çökmeden önce merdivenlere atlayabilmişti. Lanetli kılıcı isteğini yerine getirmişti. Elric minnetten yoksun garip bir sevinç duydu. Aşağı baktı. Toz denizinin içinde yüzlerce soluk ışık parlıyordu. Salonun her yerine dağılmışlardı. Kısmi bir karanlık çökmüştü. Şiddetli bir çöl kasırgasının Tanelorn’u kavurduğu bir gecede şehre uzaktan bakmaya benziyordu. Derken hava ani dalgalanmalarla bükülmeye başladı. Toz denizi bu dalgalanmaların yarattığı boyutsal rüzgârlarla uzaklara doğru aktı. Irklar yolunun büyük kısmının yıkılmış olduğunu gören albinonun kızıl gözleri zevkle kısıldı. Bazı heykellere saplanan loş mavi ışıklı kristaller, katı büstleri harap olmuş yol için yas tutar bir görüntüye bürümüştü. Ayna-dev ortalıkta gözükmüyordu, büyük avizenin tam altında kalmış olmalıydı. O kısımdaki toz bulutu dalgalanmaların akıntısına karşı koyacak kadar yoğundu ve küçük bir kale yıkıntısı kadar molozun üstünde salınıyordu. Kara egoların yaratığı egosu olmayan bir düşman tarafından alt edilmişti.

Ve Fırtınayaratan… Rün kılıcı yapması istenilen şeyi kendi siyah arzularında bulmuş, sahibine yardım etmiş ve ortadan kaybolmuştu. Elric kılıcın kendisini bulacağını biliyordu. Ne kılıç zalim Melnibone’lu olmadan varlığını sürdürebilirdi ne de albino habis silah olmadan. Denge’nin iki kefesi kadar simbiyotik ve de haindi bu bağ.

Havadaki dalgalanmalar hızlanmış, ıslığa benzer tiz bir rüzgâr sesi çıkarmaya başlamıştı. Bir merdivenlerde, bir salonun uzak köşesinde bir parıltıda, bir yıkılmış molozların arasında, bir yukarıdaki renkli levhaların önünde, her yerde belirip kayboluveren onlarca dalgalanma salona hâkim olmuştu. Elric geri dönüp merdivenleri tırmanmaya koyuldu. Tehlikeyi sezmişti.

“Tanrılar, sadece bir saniyeye bile razıyım! Bir saniye izin verin ve nefesiniz nefesimize karışmasın!”

“Bu Elric’in sesi. Karşı merdivenden geliyor.” dedi Corum mücevherli elini yukarıya, loş mavi karanlığa uzatarak. “Albino, tanrılarla hoş olmayan bir sohbet içinde.”

Hawkmoon seslendi. “Elric! Merdivenlerin birleştiği yerde buluşalım! Corum bu titreşimlerin iyiye alamet olmadığını söylüyor!” Uzun boynu albinonun siluetimsi görüntüsü anladığını elleriyle işaret etti. Hawkmoon albinonun dudaklarının bilmiş ve üzgün bir tavırla bükülmüş olduğunu hayal etti.

Dalgalanmalar sona eriyordu. Havanın dalgalandığı ve büküldüğü yerler üç boyutlu karanlık deliklere dönüştü. Statik olmayan boyut kapılarının etraftaki ıslık çakmaları sona erdi ve her biri taşıdığı yaratığı salona rasgele bıraktı. Perspektif derili, kıskaçlı yüzlerce yaratık, cüzamlı bir insanınkine benzeyen yüzlerinde sakin bakışlarla, parlak kitinli el ve bacaklarında ise olabildiğine saldırgan tavırlarla atıldılar.

“Öyle ya da böyle…” diye sıkılı dişlerinin arasından soludu Erokose kılıcını inanılmaz bir hızla savururken, “Bu olduğuna göre tanrılar hala bizimle.” Dirseklerini büktü, kollarını çevirdi ve ilk hamlesinden aşağı kalmayan bir hızla kılıcı ters tarafa savurdu. Kıskaçlar dev darbeyle biçildi. “Öyle ya da böyle!”

En önde koşan Hawkmoon kılıcıyla geniş bir yay çizerek saldırdı ama hazırlıksız yakalanmıştı. Üzerine fırlayan yaratık önce kılıcına ardından da göğüs zırhına çarptı. Geriye doğru yuvarlandılar. Kılıcını derin perspektifin içinden kurtaran Hawkmoon –siyahımsı kan çok uzaklarda doğup bir nehir gibi kıvrılıyor ve yaranın uçurumuna gelince fışkırıyordu- yaratığı geriye fırlattı. Merdivenin aşağısında beliren yaratık sürüsü çığlıklar attı; kimi üzerlerine hızla savrulan arkadaşlarından kaçınmak için açıldı, kimi de çaresizce orada kalıp çarpmayı bekledi. Hawkmoon gözlerini önünde beliren güruhtan alıp gerisinde kalan güruha dikti. Kıskaçlar seğiriyordu. Hemen arkasında Corum ve Erokose siyahımsı kanla kaplı kılıçları hazır, bekliyorlardı. Kılıçtan kıskaçlara sahip böcek-insan ordusunun arasında kalmışlardı.

“Yüzü Olmayan Adam tüm astral askerlerini yollamış olmalı… Ama boyutlara alçak emelleri için demir atan bu kalede bu kuduz şeylerce öldürülmeyeceğim! Köpek Granbretanlılarca öldürülmekten bile beter bu!”

“Ezeli kaderimiz değiştirilemez.” Erokose kılıcını öne doğrulttu. Geniş omuzlarını koruyan altın sarısı zırh şıngırdadı. Siyah adam kabzanın metalini iki eliyle sıkıca kavrayıp kılıcı göğüs hizasında, ucu düşmana dönük tuttu. “Yine de üzerindeki etkim ne kadar fazla olursa kuklacıma o kadar zarar vermiş olurum! Merdivenlerin tepesine; kesebileceğimiz kadarını keselim ve ondan sonrasına bakarız!”

Üçlü atıldı. Yaratık güruhu üzerlerine kapandı.

Sol merdiven boğumunda Elric hızla yukarı koşuyordu. Diğerlerinin tarafına göz ucuyla baktı ve yaratıkların kaynayan uzuvlarından başka bir şey göremedi. Geniş ahşap merdiveni sert ve seri darbelerle gıcırdatan ve tokça tıkırdatan yaratıklar arkasından tırmanıyorlardı. “Fırtınayaratan!” diye bağırdı çaresiz albino. “Sahibine gel! Efendinin sana ihtiyacı var!” Böceğimsi şeylerden biri tam önünde hiçlikten belirdi ve kitinli arka kıskaçlarını gerip üzerine fırladı. Elric umutsuzca yan tarafa atıldı. Yaratık sol omzunu çizerek geçti. Tam aşağıdakilere çarpacakken bir anda beliren bir delikten girip kayboldu.

“Fırtınayaratan! Sahibini bu tiksindirici şeylerin kesmesine izin mi vereceksin? Kılıcım, bana gel!” Elric tırmanıyordu. Canı pahasına koşuyordu. Yaratıklar açılan onlarca boyut kapısından yağıyorlardı. Bir kıskaç arkasından savruldu ve sırtında çapraz bir çizik oluşturdu. “Kara kılıç, bana gel! Fırtınayaratan! Lanet olsun sana, beni yüz üstü mü bırakacaksın?”

Elric bağırdı, koştu, zıpladı, eğildi, savruldu ve en çok da yalvardı. Metal kıskaçlar üzerine akın etti, Elric sakındı ve çarptıkları yerlerde ahşabı paramparça ettiler. Sonunda albino tükendi ve tökezledi. Arkadan kabuklu bir şey çarptı ve Elric öne devrildi. “Arioch!” diye feryat etti. “Lanet olsun size, tanrılar!” Albino prens kızıl gözlerini kapadı ve ölüm vuruşunu bekledi. Ölüm vuruşu gelmedi.

Melnibone’lu adam gözlerini açtı ve beyaz saçlarını geriye savurdu. Yaratık güruhu önünü kesmiş, yukarıda sıralanmıştı. Kıskaçlarının üzerinde yükselmişler, Elric’e o nefret ettiği gözlerle sakince bakıyorlardı. Albino toparlandı ve yavaşça ayağa kalktı. Böceğimsi sürü arkasında da ciyaklıyor, aşağısı merdivenin karanlığa gömüldüğü yere kadar siyah kitinle dalgalanıyordu.

Albino, perspektif derili siyah orduya bakarken Yüzü Olmayan Adam’ın çarpık sözlerini hatırladı. Elric böceğimsi yaratıkların avı değildi. Elric kozmik avcının avıydı.

Albino prens kahkaha attı. “Leş yaratıkları! Beni öldürmeyeceğinizi tahmin etmeliydim. Tanrılar, burada ve şimdi, silahsız ve savunmasız olarak katledilmeyişim sizin lütfünüz mu? Öyleyse, istemiyorum! Öldürün beni!” Öfkeli kahkahası kara ordunun içinde şakladı.

Tıkırdayarak aralarında bir vadi açtı böcek-insanlar, geridekiler çıtır çıtır bir uğultuyla ilerlediler ve Elric güdüldü. Yavaş yavaş karanlığa gömülen salonda, evrenin batmış karanlık ufkuna erişirmiş gibi uzanan merdivenleri bir geçit töreni edasıyla yavaşça tırmandı. Etrafa saçılıp saplanan tayf kristallerinin loş mavi ışığı tamamen soldu ve mesafesiz bir gece büyük salona çöktü. Demirden ağır bir meşale alevlendi bir yaratığın kıskacında. Bunu aşağılarda ve yukarıda birkaç grotesk görünümlü meşale daha takip etti. Sarı ışığın kısmi aydınlatması cıvık cıvık dalgalanan kitinli uzuvlar denizini belirginleştiriyordu. Ürkütücü geçiş töreninin en vurucu özelliğiydi meşaleler kuşkusuz. Elric ilerledi. Yaratıkların vücutlarının derinliklerinde, siyahın hegemonyası altında çırpınan renk bulamacını görebiliyordu. Öte merdivene baktı. Oradaki hengâme, ışığın keyfine göre belli belirsizdi. Yavaşlayarak devam ediyordu. Böceğimsi şeylerin fırlatılan, uçuşan, parçalanan siluetlerini hayal meyal görebiliyordu. Yaratıkların tam ortasında, o tarafta yakılmış daha az sayıdaki meşalenin ışığında üç kılıç mavi sarı parıldayıp sönüyordu. Yaratık denizinin içinde girdaplar oluşturan kılıçlar uzuvları uçuruyor, denizden her çıktıklarında zafer kazanmış çelikleri parıldıyordu. Elric, Yüzü Olmayan Adam’la son bulması muhtemel geçit törenindeki zorunlu refakatçilerinin arasında yavaşça yürürken o direniş de bitti. Dörtlü yenilmişti.

Geçit töreni yukarılara doğru devam etti. Albino, ağızlarının kenarlarında köpükler birikmiş, kuduzluklarını zor zapt eden yaratıkların açtığı tek vücutluk yoldan tırmandı. Kendisini güden sürüye baktıkça dikkatini en çok gözler çekiyordu. Fiziki görünümlerindeki tüm çarpıklığa rağmen, yaratıkların gözleri müthiş bir sakinlikle parıldıyordu –ve de zekâyla. Elric kara yaratıkların gözlerine baktıkça öfkelendi. Öfke iç yakan bir yılgınlığa dönüştü. Her şeyden öte, silahsız bir tutsaktı. “Fırtınayaratan, sana kan ve ruhlardan bir ziyafet sunabilirdim.” diye mırıldandı. Aşağılarda, karanlık salonda hiçbir hareket yoktu. Elric kitinli, kabuklu ve metalimsi uzuvlara sürtünerek ilerledi. “Yine de…” dedi dudaklarını bükerek, “yanımda bir kılıçla ölmeyi yeğlerdim.”

Etrafa silik yankılar üfleyen karmaşık sesler salonun moloz dolu kalbinden boşandı. Zincirlerin sürtünerek çınlaması, moloz sütunlarının taş gıcırtıları; ve aralarından kara kılıç inanılmaz bir hız ve güçle fırlayıp kurtuldu. Fırtınayaratan, sahibinin dileğini duymuştu.

Elric de Fırtınayaratan’ı duydu. Kara kılıç kahkaha atıyordu. Elric’in etrafındaki böcek-insanlar durdular ve uzun merdivenin karanlıkla boyanmamış aşağı kısmına baktılar. Bir karmaşa başlamıştı, şiddetli bir dövüşe benziyordu. Zekâyla pırıldayan gözler merakla kısıldı. Aşağı kısımdaki ilk meşale düştü ve söndü. Ve habis kahkaha duyuldu. Elric de vahşi bir kahkaha koy verdi. Melnibone’lu adam sağ elini havaya kaldırdı ve kendini kaybetmiş biçimde kahkaha atmaya devam etti. Kara kılıcın rünleri ışıkla zonkluyordu ve albinonun yanındaki yaratıklar kılıcın siluetini görebiliyorlardı. Uzuvları uçurarak yaklaşıyordu. Sanki kabzasını kudretli bir tanrı kavramıştı ve asla yorulmayacak demir kaslarını şişirerek, görünmez dev eliyle savuruyordu kılıcı. Fırtınayaratan sözde efendisini gördü, sevinmiş bir edayla kötücül ve hızlı bir ezgi tutturdu ve hızla ileri atıldı. Düz bir hatta önündeki tüm yaratıkları şişleyerek uçtu. Yaklaşınca kendini ters çevirdi ve Elric’in havaya kalkmış eline yerleşti.

Sıcak kabzanın dokunuşunda hakir bir teselli bulan Elric, kılıcın kendine verdiği ani güçle yıldırım gibi indirdi darbesini. Yanı başındaki yaratık ikiye bölündü. Albino silahı iki eliyle kavradı ve üst basamağa doğru var gücüyle bir yarım daire çizdi. Kitinli sert uzuvlar sonbahar yaprakları gibi uçuştular. Elric dev kılıcı çılgıncasına savurarak en yakın meşaleli yaratığa doğru yol açtı. Keskin bir darbeyle yaratığın kıskaçlarını kopardı ve meşale aşağı düştü. Fokurdayan küçük havuzlardan birine daldı ve anlık ama şiddetli bir parlama Fırtınayaratan’ın kendi başına yaptığı katliama göz kırptı.

Diğer Ezeli Şampiyonlar da merdivenin karşı boğumunda boş durmamışlardı. Hawkmoon karmaşada duraksayan yaratıkların tekinden ağır bir meşaleyi kapmış ve merdivenin alt kısmına doğru savurmuştu. Böceğimsi şeylerden ikisi hemen alev almıştı. Kitin çıtırdayarak yanıyordu. Alevlerin şafağında kılıçlar yükseldi.

Elric güçle gerilmişti. Kollarını şarkı söyleyen Fırtınayaratan’a bıraktı. Yaratık güruhu merdivenlerin aşağısına akan bir nehir gibiydi ama Elric karşı akıntıda yürümeyi bildi. Yolunu kan ve perspektifli uzuvlarla perçinledi. Bağırıyor ve kahkahalar atıyordu. Üçlünün kulaklarına ulaşan bu dünya dışı sesler, savaşçıları hem ürpertiyor hem de devam etmeleri için garip bir ortak istek oluşturuyordu. Albino gerisinden savrulan bir kıskaçtan zıplayarak sakındı ama atladığı yerde bir başka yaratık bekliyordu. Kara kılıç aşağıdan bir yay çizerek bu küçük engeli yoldan çekti. Önden kılıçsı bir kıskaç hamle etti, Elric silahının eniyle savuşturdu, Fırtınayaratan’ın doğaüstü hafifliğini kullanarak yanlamasına bir darbeyle yaratığı biçti. Onun da yerini aldığında, ayaklarının geniş, cilalı ve tamamen düz bir tahta kalasa bastığını fark etti. Merdiven boğumlarının kavuştuğu köprüye ulaşmıştı.

Pazılarını devleştiren dirsekten çıkma darbelerle büyük kılıcını savuran Erokose Elric’i gördü. Albino; ışıklar saçan kılıcı tek elinde, göğsü yavaşça şişip iniyor, kızıl gözleriyle böceğimsi sürüye küçümseme ve nefretle bakıyor… Görünüşe göre böcek-insanlara bir şeyler söylüyordu. Erokose sıktığı dişlerinin arasından haykırdı: “Albino başarmış! Öyleyse biz de başaracağız! Gelin, Corum ve Hawkmoon, kılıcınızı sakın indirmeyin! Bu habis şeylerin elbet bir sonu var.” Ve siyah savaşçı haykırarak öne atıldı, meşale tutan bir yaratığı indirip meşaleyi kaptı ve sol elinde ışık, sağ elinde çelik, sürüye felaket getirerek ilerledi.

Elric derin derin nefes alarak gerisinde bıraktığı astral askerlere baktı. Kılıcını tek eliyle ileri doğrulttu. “Ölmek istiyorsanız geçin o eşikten, zira kılıcımın susuzluğu hala dinmedi!” Aç bir tınıyla şarkı söyleyen Fırtınayaratan’ı havaya kaldırarak sözlerini doğruladı. Böceğimsi sürü ilerlemeye tereddüt ediyordu. Albino içten içe rahatladı. O sırada üç savaşçı, linç etmek isteyen kalabalıktan kaçmayı başarmış kurbanlar gibi ahşap köprüye fırladı. Peşlerinden gelen bir iki tane böcek-insan Fırtınayaratan’ın gazabıyla karşılaştı.

“Onları fazla tutamayız. Elric, garip kılıcının korkusu böcek halkın üzerine düşmüş. Kullanabileceğimiz tek şey bu.” dedi nefesini düzene sokmaya çalışan Corum.

“Yüzü Olmayan Adam’ın bizi canlı istemesi buraya kadar gelebilmemizin nedenidir. Bu gözlerde zekânın tınısı var ve bildiğim hiçbir böcek sürüsü körü körüne intihar etmez. İsteksizliklerini kara kılıçtan korkularıyla birleştirirsek kaçabiliriz.” Hawkmoon kılıcının ucunu yere değdirmiş, sarımsı kaşları endişeyle çatılmış bakıyordu.

Elric Fırtınayaratan’ı kızgın bir meşale gibi üstte ve görünür tuttu. Dört savaşçı, kara salonu yükseklerde seyreden köprüde sarmal merdivene doğru yavaş yavaş çekildi. Böcek-insan sürüsü sinsice takırdayan seslerle temkinlice takip etti. Erokose öne çıktı ve sönmemiş tek meşalenin ateşini bir bariyer gibi yaratıkların üzerine yansıttı. Corum’un eli merdivenin yılan gibi kıvrılmış korkuluklarını kavradı. Yüzlerini sürüden öteye dönmeden tırmanmaya başladılar. Hâkim olan yavaş tempoda, yorgun düşen kaslarını mümkün olduğu kadar dinlendirdiler.

Dörtlü yukarı doğru tırmandıkça sürü de sürünerek ilerleyen bir gölge gibi takip etti. Önce merdivenin en alt kısmını boğdu, sonra basamak basamak, adım adım dörtlünün peşinden çıktı. Erokose’nin meşalesinin ışığı sonunda yukarıdaki döşeme köprüye vurduğunda yaratıklar da merdivenin ortasına ulaşmışlardı. Ama bir adım daha atmadılar, o kısma kadar merdivenin her dilimini kaplamış siyah yaratık denizi bir damla daha akmadı. Erokose kalın parmaklıklarıyla sıktığı meşaleyi son bir kez zaferle salladı. “Sefil yaratıklar, kaderle savaşamazsınız! Biz kaderin hükmündeyiz!” Işık yaratıkların üzerinden kayıp gitti ve üzerleri gölgelerle örtüldüğünde dörtlü, salonun tacına ayak basmıştı, son balkona.

Grotesk korkulukların ötesi Yüzü Olmayan Adam’ın mistik havuzlarını barındıran, ırkların kozmik bir geçit töreninde şimdi bozulmuş bir esas duruşta beklediği, alt edilmiş kara egosal aynanın ve önceleri ışık saçan kristallerle bezeli dev avizenin yattığı salona bakıyordu. Ufalanmış ve karanlıktı. Balkon da karanlıktı ve meşalenin ışığı korkuluklardan sarkacak kadar yetişemiyordu. Yine de dörtlünün kesin bir şekilde anladığı bir şey vardı ki, o da salonun ötesine açılan herhangi bir kapının var olmadığıydı.

“Biliyordum.” diye yakındı Hawkmoon. “Kendi kendimizi kapana kıstık. Nasıl bir kale bu böyle?”

“Ve nasıl bir yazgı?” diye hiçliğe söylendi Erokose.

Corum dörtlünün içinde tavanı tek inceleyendi ve yekpare gölgeyi ilk fark eden oydu. “Erokose, meşaleni şu tarafta, yüksekte tutar mısın?”

Dörtlü Corum’un gösterdiği yere ilerledi ve Erokose gölgeleri çıldırtarak kaldırdı meşalesini. Yüksekte koca bir ambar kapağı vardı. Yüksekte, ulaşılmaz bir yerde.

Elric etrafında olup bitenden çok dikkatini aşağıda kalan böcek-insan sürüsüne vermişti. Salonun üzerine çöken sessizliği fark etti. Sanki yaratıklar Fırtınayaratan’ın korkusundan ziyade başka bir nedenle sinmişti. Niye merdivenleri topluca tırmanıp üzerlerinden siyah bir nehir gibi akıp ezmiyorlardı? Öylesine kalabalıklardı ki. Niye balkonun dört bir yanına boyutsal deliklerinden dökülüp onları ablukaya almıyorlardı? Elric gözlerini ileriye dikti ve cevabı gördü. Sürünün annesi karşısında dikiliyordu.

On dört kıskaçlı bacağının üzerinde yükseltmişti uzun gövdesini. Üç tane sağ önde, üç tane sol önde, tam önünden ise iki tane daha uzun uzuv fışkırmıştı. Altı arka bacağı ise bir yelpaze gibi dizilmişti arkasında. Çıplak karnının altındaki kitin zırhlı böceksi toparlaktan yarılarak çıkan iki ön bacak, metalimsi ve kitinsi bir metamorfozda birleşmişti. Biri devasa bir kılıç, diğeri ise devasa bir baltaydı.

Bej rengi karnının üzerine pütürlü memeleri sarkmıştı. Saçları uzun, siyah kayışlar halinde çirkin ve kolsuz vücuduna dökülmüştü. Elric hasmının yüzüne baktı. Bir tanrıçanın siyah güzelliği albinoyu vurdu. Büyük ve böceksi bir iğrençlik taşıyan vücudun üzerindeki baş, simsiyah derili mükemmel bir kadın yüzü taşıyordu. İki büyük oval gözü göz bebeğinden yoksundu ve karaca ışıldıyordu.

“Yüce Dünyalar adına” diye fısıldadı albino. Gözlerini ovuşturdu ama değişiklik yoktu. Diğerleri de aynı konuda vurulmuştu. Yaratığın kötücül haşmeti büyüktü ama şüphesiz dörtlüyü en çok etkileyen şey perspektif olmuştu. Çocukları derilerindeki perspektif konusunda basit birer düzlem olurlarsa, sürünün annesi de aynı konuda bir çoklu-evren olurdu. Oradaydı ve değildi. Yakındaydı ve çok uzaktaydı.

“Bir böcek sürüsü, liderlerinden korkar, çekinir ve ona saygı gösterir… Ona güvenir. Demek bu yüzden geri kaldılar.” diye fısıldadı Corum şaşkınlık içinde.

Dev böcek-kadın hareketsiz duruyordu. Koyu bronzdan bir heykel gibi dikilmişti. “Ona güveniyorlarsa” dedi Elric, “önümüzde duran bu tek yaratık aşağıdaki binlercesinden güçlü olmalı.” Yaratığın bir heykel gibi kıpırtısız durması Elric’i aniden rahatsız etti. “Bizi anlıyorsan şunu bil ki, yolumuzu engellemeye kalkarsan ister öyle hareketsiz dur, ister vahşice saldır, kılıcım kanınla ruhunu alacaktır!”

Karaca gözler dörtlünün üzerinde parıldadı. Tanrıça yüzün ifadesi sonsuz bir portrede hapsolmuştu. Katıydı. Bacaklar yavaşça takırdamaya başladı ve çirkin böcek vücut harekete geçti. Kitin ve metalden dövülmüş balta ani bir hızla dörtlünün üzerine savruldu.

İki adam uzunluğundaki baltayı karşılamaya kalkışan olmadı. Dörtlü kaçıştı ve balta kuvvetli bir çatırtıyla ahşap zemini yardı. Aynı büyüklükteki kılıcın kabzasındaki böcek kasları şişti ve organik silah havayı yararak başlarının üzerinden geçti. Yaratık, Hawkmoon’un ve Erokose’nin kaçtığı tarafa döndü. Uzuvdan silahlarıyla şimşek gibi bir dizi darbe indirdi. İki savaşçı yuvarlanarak, eğilerek ve zıplayarak, düşe kalka gerilediler ve zemini patlatıp etrafa kıymık parçaları saçan vuruşlardan sakındılar.

“Rünlü Asa adına!” diye haykırdı Hawkmoon. “Bir kolum burç, diğer kolum siper olsa belki bu darbeleri savuşturabilirdim.”

“Öyleyse bir tane de silaha ihtiyacın olacak!” diye uludu yaratığın arkasından Corum. Kılıcını kıskaca benzer uzun bacağa, koparıp atması gereken bir hızla savurdu. Bir şey olmadı. Kılıç bacağa değmedi. Corum gözlerine inanamadı.

Elric, Corum vuruşunu yaptığı an Fırtınayaratan’ı yaratığın toparlak kısmına bir mızrak gibi sapladı. En azından, diye düşündü kılıcın ucunun zırhı delip böceksi ete dalması icap eden an, saplamış olmam gerekirdi. Kılıcı yaratığın siyah derisine doğru sallamak, yıldızsız bir gece göğüne sallamak kadar boş ve çaresizdi.

Upuzun saçlar kafanın bir hareketiyle uçuştu ve yaratık arkasına dönmeden Elric’e baktı. Koca, oval gözler cehennem siyahıyla parlıyordu. Melnibone’lu Elric dehşet içinde geri çekildi. Şeytani güzellikteki büyük yüz, hafif bir sırıtışla insanüstü bir korku yayıyordu şimdi.

Hawkmoon ile Erokose balkonun orta kısmına, ambar kapağının altına doğru koştular. Elric gözlerini yaratığınkilerden alamadan ağırca çekildi. Dörtlü o tarafta toplandı ve yan yana durdu. Böcek-kadın kayıştan saçlarını savurarak ilerledi.

“Kılıçlarımız faydasız.” dedi Elric basitçe.

“Yaratığın derisinde kozmik geçide açılan bir perspektif var. Kılıcın ucu gözlerimizin deriyi gördüğü yerden geçiyor ama derinin gerçekte durduğu yere ulaşmıyor.” dedi Corum hızlı hızlı, aklı bir çözüm yolu ararken.

“Oysaki kendi bundan etkilenmiyor.” dedi Hawkmoon. “Kendi temasını istediği gibi ayarlayabiliyor. Perspektif kuyusunun dibi nereye kadar uzanıyor bilmiyorum, ama daha uzun bir silah işimize yarayabilirdi.”

Sürünün annesi, korkunç tanrıçası, bacaklarını tıkırdatarak acele etmeden yaklaştı. Katı yüzüyle avını süzüyordu.

“Öyleyse vakit geldi.” dedi Erokose tınısız bir sesle, yavaşça. “Hatırlamıyorum ama biliyorum. Bunu daha önceden yaptık. Binlerce boyut ötede, gelecekte belki de, ya da geçmişin silik gölgesinde.” Siyah savaşçı neredeyse üzgün konuşuyordu. “Bir Olan Dörtlü’yü oluşturmanın vakti geldi.”

Böcek-tanrıça, astral askerlerin kraliçesi, çirkinliğin ve güzelliğin bulamacı yaratık önlerinde yükseldi. Diğer üçünün Erokose’nin neden söz ettiğinden en ufak bir fikirleri yoktu ama hissizce kol kola girdiler. Çoklu-evrenin uçsuz bucaksız köşelerine dağılmış tek bir varlığın dört parçası, içlerinden gelen bir dürtüyle birleştiler. Yüzü Olmayan Adam’ın kalesi sarsıldı.

Orada dikiliyordu şimdi o çarpık varlık. Kızıl Cübbeli Prens Corum Jhaelen Irsei, Köln Dükü Hawkmoon, Erokose ve Melnibone’lu Elric, Denge’nin var oluşsal buhranının delilik kırıntılarıyla doğurmuş olduğu bir varlığı meydana getirmişlerdi. Dört tane yüzü vardı; ve sekiz tane kolu ve sekiz tane bacağı. Böcek-kadın kadar yükselmiş ve irileşmişti. Sekiz gözünü ürkmüş yaratığa çevirmişti. Elric yüzü kahkaha atıyordu, Hawkmoon yüzü kahkaha atıyordu, Erokose yüzü kahkaha atıyordu ve Corum yüzü kahkaha atıyordu. Dev bir kılıcı kavrayan sekiz el, birleşmenin dayanılmaz coşkusuyla sert bir darbe savurdu. Balta ile kılıç çaprazlama bir pozisyonda umutsuzca savunmaya geçti. Dev kılıç tekrar tekrar vurdu. Balta koptu, kılıç çatırdayarak kırıldı. Siyah kan uzaklardan fışkırdı. Dev kılıç kitin zırhı paramparça ederek böcek-kadının toparlak gövde uzvunu deldi. Bir Olan Dörtlü kahkahalar savurarak kılıçla birlikte kaldırdı böcek-kadını. Bir süre çaresizce çırpınan kraliçe öylece öldü. Bir Olan Dörtlü, yaratığı yere vurdu ve kitinli vücuttan mide bulandırıcı bir kırılma sesi geldi.

Pervasızca cesedin üzerine tırmandı dörtlünün yaratısı. Siyah cesedin üzerinde, şekilsiz böceği sürermiş gibi yükseldi. Dört el yukarı uzandı ve ambar kapağını paramparça etti. Karanlığın büyülü pikesi geçidi siyahça örtmüştü. Kollar karanlıktan öteye uzandı. Eşikten ötede görüş bıçakla kesilip atılmışçasına kaybolmuştu. Kenarlara tutunan Bir Olan Dörtlü, kendini yukarı çekti ve salonu ardında bıraktı.

Balkonun bir köşesinde, Erokose’nin düşürmüş olduğu meşale yerde kıvrılmıştı, o da söndü. Işık tüm salonda öldü.


Hiç yorum yok:

Kuşlar Nerede Ölürse

Rıhtım rüzgarında iki yeni şiir eşliğinde yeni bir hikaye savruluyor.

Kuşlar Nerede Ölürse, ve rıhtım sessizliğe bürünüyor.

Ekim 2007

Rıhtımda Yabancı

...Yabancının ayak sesleri bu uzak, unutulmuş rıhtımın taşlarında yankılanıyor. Yabancı yalnız. Soğuk havayı soluyor, tütün dumanı gibi çekiyor ciğerlerine derin derin. Rıhtım ışıkları sırayla dizilmişler, donukça yanıyorlar, seyretmek keder veriyor. Deniz bezgince ıssız iskelenin ayaklarını okşuyor. Katran renkli ahşap gıcırdıyor. Yabancı iskelenin ucunda, kıpırtısız. Rüzgar uğulduyor.

Berrak ve serin gecelerde ve puslu öğlenlerde ben de durdum orada. Denizden esen rüzgarı içime çektim, kahverengi bir sobanın ısıttığı rıhtım kahvesinden gelen kahve kokusu eşlik etti rüzgara. Deniz ötelere uzanıyordu. Cezbedici, kederli, durgun deniz... Başka nerede, nereye bakarken hayal kurabilirdim ki?

Şimdi yabancı duruyor iskelenin ucunda. Kara Hayal Rıhtımı'nda, denizin bir zamanlar bana fısıldamış olduğu hikayelerle beraber, ve tamamen tek başına...

***


Kara Hayal Rıhtımı'nın, bu kişisel hikaye ve şiir sitesinin beğenilmesi dileğiyle...


A. Erman Kulunyar

Şubat 2007

Sitede bulunan tüm yazıların ve resimlerin hakları sahiplerine aittir, çalan çırpan hunharca lanetlenecektir. Yazıları en iyi niyetlerimle sunsam da elimden gelenin en iyisi kesinlikle bu değildir. Hikayeleri istediğiniz şekilde bilgisayarınıza indirebilir, word’de daha okunaklı bir hale sokabilirsiniz.