Kara Hayal Rıhtım’ı Üzgünce Sunar:

Kuşlar Nerede Ölürse


Kuşlar Nerede Ölürse

Mutsuzdu o çocuk, hüzünlü bir şarkıya benzeyen hayatında silik umutlar ararken. Zavallıydı o çocuk, bir yaz melteminin göğsüne çarpmasına izin verip kahverengi geçmişini düşünürken.

16 yaşındaydı ve 16 yaşındayım diye düşünüyordu. Bu azıcık yıllar matemle mi böylesine uzun sürdü? Etrafını kalın perdeler bürümüş kasvet mi neden? Nasıl bu kadar kötü olabildi ki? Mutlu olamayacak kadar mutsuzdu.

Hikâyelerdeki yabancıya benzedim.

Rüzgâr esmeye devam etti. Derin bir nefes aldı. İçindeki kederi dumanla boğmaya çalışan bir sigara tiryakisi gibi. Gözlerini kapayıp ağzından uzun uzun verdi nefesi. Boğulan bir şey yoktu. Yani rüzgâr her şeyi alıp götürmeyecekti ya…

Önündeki koru bezginlikle salınıyordu ve arkasındaki müzik çalar müzik çalıyordu. ♫“Kazanmak her şey, gerçeği aramak yok.”♫

Elleri ceplerinde, kayıtsızca seyretti ve kayıtsızca dinledi. Ve göğsünün derinliklerinde saklanan alev alev bir duygu açığa çıktı. Diğer duygular da oradaydı ve bu nedensiz yanma hepsini tutuştururken gün batımında denizin enginliğini seyretmek için evden koşarak çıktı.

Ezan okunuyordu. Ses içini neredeyse uzaklardan yankılanan ürpertici sabah ezanınınki kadar hüzünle doldurdu. Güneş kaybolmadan sahile varmalıyım diye düşündü çılgıncasına. Oysaki geleneksel yılgınlıkla nemlenmiş yaz akşamı çökmek üzereydi. Korudaki ağaçlar sessiz silik siluetlere dönüşmüşlerdi. Göğün loş alaşımı tükenmiş parlaklığıyla acele etmesini işaret ediyordu.

Bisikletini ayakta sürdü ve iki katlı köy evini gerisinde bırakıp ağaçların arasından bir patikaya daldı.

Yalova mezarlığı sağındaydı. Tamamen sessiz, bir o kadar uzak, yüksek kavaklar bezginlikten öte bir his içinde. Suskun düşüncelerle ilerledi çünkü inanca küstüğünden beri dua etmiyordu. Sizin suçunuz değil, ama böyle… Bisiklet bir bayıra doğru hızlandı. Lastikler ve bayır birbirine değdiler ve buna sevinen bisiklet daha da hızlandı. Hava sertçe kısa saçlarını okşuyor, yüzünü gıdıklıyordu. Hoşuna gitti ve bisikletiyle havada ilerlediğini hayal etti. Havalansam… Hızdan, hızın coşkusundan… O zaman günbatımını istediğim gibi izlerdim. Her yerden.

Yokuşu inmek üzereydi ve lastiklerin itirazı sıkı bir fren şeklinde çıktı. Üst yol denilen caddeyi karşıladı ve ucuz asfaltın uzandığı bir yan caddeye girdi. Ölmek üzere olan akşamüstünün son nefesleri binaların arasına koyu gölgeler halinde düşüyordu. İnsanlar tişörtleri içinde, hiçbir zaman hiçbir amaçları olmamışçasına kaldırımda yavaşça yürüyorlardı. En acelesi olan bile uyuşuklukla hareket ediyor. Sanki bu yaz günü dünyada son akşamüstü yaşanıyor ve herkes ılık bir boş vermişlik içinde. Nasıl bu kadar duyarsız olabiliyorlar? Uzakta bir köpek havlıyordu ve bisikletin tekerlekleri dönüyordu. Sonbaharı tercih ederim. Yağmur insanların hayatına bir anlam katıyor.

Yetişemedi. Güneşin son ışık sütunları da Atlantis’in sütunları gibi kırıldı ve ufka devrildi. Dünyanın kenarından şimdi boğuk ve buruk bir ışıma yükseliyor, birazdan çökecek gece karanlığına reverans yapıyordu.

Bisikletinden inmeden sudan biraz uzakta seyretti.

Deniz suspustu. Dalgalar gencin yetişemeyişine mahcup bir tavırla incecik kapanmış dudaklara benziyordu.

“Geç kaldım…”

Deniz kayıtsızdı. Şıpırdayan serin yüzey hiçbir renk vermedi.

Hep böyle olmuyor mu? Durmadan bir şeyleri kaçırarak geçiyor bu hayat. Ruhumuzdaki kalpleri teker teker öldürerek. Farkına vardığımız, sevdiğimiz şeyler bir bir kaçıyor. Sonunda da özlediğimiz şey kaçırdıklarımız değil, kendimiz oluyor.

Deniz gülüyordu, neredeyse. Dalgalar kayalıklara bir kereliğine yekpare bir foşurtuyla vurdu.

“Makinistinin kim olduğunu asla öğrenemeyeceğim bir treni daha kaçırdım…” diye mırıldandı. Omuzları çökük biri için atik bir hareketle sıçradı ve bisikletin düşmesini umursamadan kayalıklara çıktı. Taşlardan seken rüzgâr çoraplarıyla karşılaşıyor, pek yüz bulamıyor ve yukarı devam edip bacaklarıyla kollarını sarıyordu. Rüzgâr bir kadın olsa âşık olabilirdim. Bayan Rüzgârla sevişmekten daha güzel ne olabilirdi ki?...

Portakal rengi ve eflatun gökyüzü bir çiçek gibi yavaş yavaş soluyor, karaya çalıyordu. Son gündüz rengi silik lacivertlik de yok olduğunda martıların bile eve gitme saati gelmişti. Artık geceydi ve öte sahiller alevlenmiş teknolojik kandillerin yanıp sönen ışıklarıyla renklenmişti. Deniz siyah pardösüsüyle gizem saçıyordu. Gri gündüzlerde cezp edici ve kederli, geceleri ürpertici. Akşam üstüleri ise ulaşılmaz… Deniz, gündüzleri nymph’ler, akşamları ise poseidon mu hakim derinlerine?...

Aklına bir ecnebi şarkısının melodisi geldi çünkü deniz cevap vermiyordu. Etrafındaki her sesten daha kısık bir sesle mırıldanmaya başladı. Kendisi bile duyamıyordu ezgiyi, ve derken sözler Türkçe geldi. Böylesi daha güzeldi.

Meleklerin üzerindeki ağaç sansarlarının

Sayfalarına düşerken

Kalbimin batıya çekildiğini hissediyorum

Geleceği bir yabancı gibi giyinmiş olarak gördüm

Aşk uzay boyalı yeleğin içinde..”

Dudaklarında tuz tadı vardı çünkü yanakları ıslaktı. Denize arkasını döndü. Kayalıklardan omuzları çökük biri için atik olmayan hareketlerle indi. Bisikletini tek boynuzundan tutup sahil çınarlarının gerisinde pusmuş, üç katlı ahşap bir eve sürükleye sürükleye ilerledi. Paket taşlarda tıkırdıyordu bisiklet. Rıhtımın romantik ışıklarının dokunamadığı terk edilmiş eve girdi ve “kim bu kim bu” diye gıcırdayan merdivenleri çıkıp terasa ulaştı. Asılı ayın parlak ve uzak silueti göründü ama ‘hoş geldin’ demedi. Ayın yüzeyindeki tonton dede bu gece biraz kabaydı.

Kıyıya yaslanmış korkuluksuz kısmın ucuna kadar ilerledi. Bisikletini düzgün tutuyordu. Yaz gecesi ayaklarının altına ve tabi ki kafasının üstüne serilmişti. Kederlerimle bir nikâh kıysam şahidi gökyüzü olurdu. İşte oradaydı, yani her yerde. Ay ve yıldızlarla bezenmiş bir kubbe olarak tepesindeydi. Yıldızlar kubbenin kenarlarında, gökyüzünün kıyılarında dizilmişlerdi. Sanki onlar da bu sessiz dünyanın kederine dayanamamış da, kenarlardan kayıp gidiyorlar. Şemsiyeye düşen yağmur damlalarının şemsiyenin kenarından kayıp yerle bütünleştikten sonra yitip gitmesi gibi.

Rıhtım aşağısında uzanıyordu. Paket taşlar bir nostaljinin mutluluğuyla sıralanmışlardı. Çınarlar taşı delerek yükseliyor, ay ışığı ve küçük kentin parıltıları yapraklarını çekici bir yeşillikle boyuyordu. Ötede deniz… Rıhtım tenhaydı. Sessiz… Karşı kıyılar Parliament Sinema Gecesi kadar parıltılıydı ama bulunduğu yere pazar gecesi kasveti çökmüştü.

Çok yorgun olduğunu duyumsadı. Manzara acı bir müzik gibi ruhuyla oynuyordu. “Çok yorgunum.” dedi. Ve etrafta mavi bir liman bile yoktu…

…Yıldızlar belki de kendileri atlıyorlardır…

Böylece asla anlayamadığı denize bir kez baktı, gözlerini kapadı, bisikletine binip gerildi ve bir fırlayışla kendini boşluğa bıraktı.

Şimdi film şeridinin geçmesi gereken andı. Tam o minicik anda kendini hiç olmadığı kadar özgür ve huzurlu hissetti. Tüm hayatı boyunca beklediği an bu olmalıydı. Zihni makinist benim diye haykırıyordu. Ardından hüzün hücum etti. Ölüm böyle olmamalı. Hayat böyle olmamalı.

Bisiklet ellerinden kayıp gitti. Yere çarptığını tangırtı sesinden anladı. Bisikleti kendinden önce ölmüştü.

Geliyorum…

… … …

Biraz zaman mı geçmişti? Ya düşmemişti ya da ölüm ağır çekim geliyordu. Gözlerini açtı. Demirleri bükülmüş, jantları katlanmış bisiklet komik bir şekil almış, yolda yatıyordu. Dili dışarı sarkmış, kolları bacakları yamulmuş çizgi film kahramanlarına benziyordu. Birkaç kişi bisiklete doğru koşuyordu. Kendi ise görünmez bir yatağa yatmış gibi kıpırtısızdı. Ölüp melek olmak için biraz erken değil mi? O anki bin düşüncesinden yalnızca biriydi bu. Ardından çığlık attı.

Yerle mesafesi değişmiyordu. Bir kukla gibi hareketsizdi; gökyüzünün sahne arkasındaki melekler, periler ve gaddar bayan kader, muziplik olsun diye iplerini çekiştirmeye ara vermiş olmalıydı. Süzülmüyordu bile.

Neydi bu, bir inanç testi mi? Zaten düşmediğini anladığı ilk saniye aklında dönen düşüncelerde dualar ve yakarışlar patlamıştı. Dua etmek, şahadet getirmek, heyecanlanmak ve korkmak yetersiz kalacaktı, ama hepsini yaptı ve yaşadı.

Bunun bir açıklaması olabilir: zaman durdu! Ama hayır, insanlar koşarak geliyorlardı işte. Öyleyse ben… ben… rüya görüyorum!

Hareket edebildiğini fark etti. Bir bebeğin ilk emeklemeleri gibi temkinli ve şaşkınca etrafında gidip geldi; süzülmeden, sadece kayarak havada ilerledi… Havada!

Havada!

İsterik bir güdüyle terasa doğru ok gibi atıldı. Koşarak aşağı indi. Yere değdiğini kanıtlamak istermişçesine adımlarını sert sert atıyordu. İnsanlar toplanmıştı.

“İyi misin?”

“Ne oluyor burada, evlat?”

“Niye attın bisikletini?”

Az önce gerçek olan gece şimdi bir rüyanın parçasına dönüşmüştü. Işıklar solgundu. Deniz fazla öteye gitmiyordu. Harita o kadar büyük değildi. Bir rüya bu.

“Attım işte.” dedi ve hızlı adımlarla, hiçbir şey düşünmeden evine yollandı.

***

Gökyüzünün altında borazanı ve davuluyla duruyordu. Mucize mi bekliyordu?

Ağustostu, yağmur vardı, geceydi. Yaz yağmurunun doludizginliği ve başına buyrukluğu hep hoşuna gitmişti. Eyersiz bir at gibi. Özgür.

İri damlalar ahşap binanın terasını rahatsız ediyordu. Terkedilmiş binanın daha hafif bir yağmuru tercih edeceğine yürekten inandı. Denize de iyi olmuştu; damlalar kırbaç darbeleri gibi şaklıyordu üzerine. Ve başka hiçbir ses duyulmuyordu. Bundan cesaret aldı. Gecenin ıslak havasını soluyan tek canlı kendisiymiş gibi hissetti. Yapacağı şey doğruydu.

Hadi çılgın bir şeyler yapalım,

Kesinlikle yanlış bir şeyler

Beklerken

Mucize için, mucizenin gelmesi için

Hafifçe gülümsedi. Sigara içse paketindeki sonuncudan son nefesini henüz çekmiş olurdu. İçmiyordu. Derin bir nefes aldı ve boşluğa doğru zıpladı.

Yağmur damlaları yataylaşmış mıydı? Böyle bir şeyin nasıl mümkün olabileceğini görmek için aşağı baktı. Ev geride ve çok altta kalmıştı. ‘Zınk’ diye durdu. Yağmur damlaları dikeyleşti. Dünya tersine mi dönmüştü? Aşağı düşmesi gerekiyordu, yukarı değil! İnatçılık yaptığını düşündü. Dudakları büyük bir sırıtış için çoktan kıvrılmaya başlamıştı. İki kere intihara kalkışmak, inatçılık! Dünya tersine dönmüş; ve vazgeçiyorum! Artık kahkaha atıyordu. “Uçuyorum! Basbayağı uçuyorum!”

Derhal terasa indi. “Uçuyorum!” diye koşturup durdu terasta. Beşiktaş şampiyonlar ligi finalinde altın golü atmışçasına sevinçliydi. Eşikte durdu. Kalbi güm güm atıyordu. Gözüne yüksek bir binanın çatısını kestirdi. Zıpladı, yağmur damlaları hızlanıp pat pat pat sesiyle seri halde üzerine çarptı ve… Oradaydı!

“Vay canına!”

Ellerini ovuşturdu ve coşkuyla haykırarak daha da uzaktaki bir çatıya atıldı. Artık ivmesini kazanmıştı. Sahil şeridi boyunca atik bir kedi gibi damlarda koşturdu, onlarca metre mesafeyi zıplayarak aştı. Yerli kediler sindikleri yerlerden hayranlıkla izlediler.

Yağmurun eğri büğrü ama şirin kiremitlerin üzerinde tokurdadığı bir çatının kenarında durdu. Dizlerini büktü ve var gücüyle kendini yukarı fırlattı. Karnı hoplarmış gibi oldu. Gözlerini kapayıp yüzünü göğe çevirdi. Damlaları teninin her noktasında daha hızlı ve daha belirgin hissediyordu. Yüzünü acıtmıyorlar, aksine müthiş bir keyif veriyorlardı. Derken yavaşladı, gözlerini açtı; hem de kocaman açtı çünkü birkaç yüz metre yukarıdaydı. Ve düşüş başladı. Dünyanın en hızlı roller-coaster’ına binen insanlar böylesine eğlenmezlerdi. Böylesine bağırmazlardı da.

Sağlam bas! Sağlam bas! Gülmeyi kes! Sağlam bas!

İnişi bir kuş kadar hafif, bir kedi kadar sağlam ve bir fil kadar eğlenceli oldu. Delirmişçesine kahkahalar atıyordu. Sonra birdenbire yükselmeye başladı. Aslında her şey birdenbire oldu. Fizik kurallarından tamamen bağımsız olduğunu birdenbire anladı. İstediği her yöne istediği her pozisyonda gidebileceğini birdenbire fark etti. Eh, bunu kuşlar bile yapamaz.

Adım atarak yavaşça yürüdü. Dik bir merdiveni tırmanır gibi ellerini kullanarak yükseldi. Dikkatli bir takla attı. İşini itinayla icra eden bir pantomimciye benziyordu. Bir şimşek çakıp her yeri bembeyaz etti. Gülümsedi. Thor selam gönderiyor olmalı. Ama şimşeğin ışığı etrafını aydınlatınca düşünceleri de gerçeğe döndü. Havadaydı. Uçuyordu. Gerçekten uçuyordu. Kahkahaları kesilmişti.

Yere indi. Duygularını saklayan denizin önünde, loş ışıklı, yansımaların yorgun ve hüzünlü gözüktürdüğü paket taşlı rıhtımda diz çökerek bekledi; ıslanmaktan titreyene kadar bekledi; saf yağmurun kendini arındırmasını diledi ve bunun asla gerçekleşmeyeceğini anlayana kadar bekledi.

Ve ağladı, hıçkıra hıçkıra ağladı.

“Allahım… Ne oldu bana böyle? Bu niye?”

***

Bir yatak, küçük odanın en köhne yerinde uyku kokuyor. Mobilyalar açık kahverengi, pencereden sızan güneş güzelce cila atıyor. Duvarlarda rengi solmuş duvar kâğıdı, birkaç poster dünyanın en güzel yaması görevini üstleniyor.

Bir çocuk, eller ensenin üzerinde birleşmiş, uzanmış yatıyor. Gözler kısık, bir tavana bir de asılı kitap rafına bakıyor. Düşünüyor…

…Bir düşünce, uçuyorum ulan diyor. Korku içinde. Hayatımdaki tüm büyük değişiklikler büyük hüzünler sayesinde oldu… Ya da büyük hüzünleri getirdi. Aradan fırlayan kısa boylu muzip bir düşünce Ben Amca büyük değişiklikler büyük hüzünleri getirir demeliydi diyor. Ciddi suratlı ve kravat takmış diğer düşünceler bastırıp hemen derine itiyorlar onu.

Kader af mı diliyor? Böyle bir şeyi istemedim. Böyle bir şeyle af dilenmez. Bu karşılığında bir bedel ödenmesi gereken armağanlardan biri. Kader yine palyaçoluk yapıyor. Kendini komik sanıyor. Ben de kahkahalarla destekliyorum… Bunu kabul edemem, edemem...

Bir başka düşünce müzik çaların bile kapalı olduğunu fark ediyor.

Kalkıyor. Elbiseleri mikrofonu fazla açık filmlerdeki kadar hışırdıyor. Müzik çalara dokunmuyor. Çift taraflı pencereye yanaşıyor, iki elini taşa dayayarak pervaza yaslanıyor. Gölge düşmüş o tarafa, cennetten kaçma hafif bir esinti akşamüstünü müjdeliyor. Derin bir nefes çekiyor içine. Bir süre seyrediyor. Koru, aynı koru. Gökyüzü aynı gökyüzü. Hayat bu saatlerde daha güzel.

Çaktırmadan havalanıyor. Pencereden çıkıp duvara iki ayağıyla basıyor. Biraz yürüyor, sonra çatıya kadar koşuyor. Bir takla atıp uçuyor. Yükseliyor yükseğe… Şarkı solo atıyor…

***

Bir süper kahraman edasıyla uçuyordu. Akşamüstü göğüne böylesine yakın olmak akşamüstüyle birebir tanışmak gibiydi. Dünyadaki en kederli ve en huzurlu şey olarak tam orada duruyordu.

Merhaba, ben .....

Merhaba, ben de akşamüstü.

Rüzgâr tüm haz vericiliğiyle üzerine esiyor, güneş ise yakmıyordu. Bu değil miydi zaten akşamüstünü güzel yapan? Ve renkler…

Bu tablonun içinde uçmak bambaşkaydı. Bilim adamlarının yeni keşfettiği bir duygu gibiydi.

Yalova minicikti çünkü epey yukarıdan uçuyordu. İnsanların kendisini görüp UFO zannetmelerini ve ardından taşlamalarını istemiyordu. “UFO alçalıyor.” dedi ve keyifle inişe geçti. Denizle dip dibe vermiş anfi tiyatronun arkasına indi. Göz ucuyla etrafı kontrol etti. Muzip bir yüz ifadesiyle, ıslık çalarak kalabalığın boy gösterdiği tarafa çıktı.

Hiçbir amacı yoktu, o yüzden insanların arasına karışabilirdi. Çarşının merkezine doğru yürümeye başladı. Sağ tarafında deniz, salınan vapurlar. Sol tarafında evlerin arasına yatmış düz bir cadde, arabalar süratsizce geçiyor ve kaldırımlar insan dolu.

Deniz gibi şehrin de bir gizemliliği var. Bazı saatlerde ortaya çıkıyor. Bazı yerlerde. Caddeyi çevreleyen yüksek olmayan binalara baktı. Bir çınar kaldırımda yükseliyordu. Az ötede küçük bir Tekel bayii vardı. Işıklı tabelasını şimdiden yakmıştı.

Şehir sanki canlı. Canlı olmayan bir şey bu kadar insanı nasıl bir arada tutabilir? Bu kadar insana devam etme gücünü ne verebilir?

Sağlı sollu kokoreççileri ve işkembecileri geçti ve sinemanın bulunduğu paket taşlı geniş sokağa girdi. Birkaç dakika daha yürüse sağ tarafında binalar yerlerini saygıyla denize bırakacak ve insanların “sahil” diye hitap ettikleri yol başlayacaktı. Yürümedi. Çünkü güzel bir kız olmadan asla gerçek bir öykü de olmazdı. Ve sonunda kızı görmüştü.

Kız bir çınarın önündeki bankta yalnız başına oturuyordu. Bir tutam güneş sütunu kızın çevresine düşmüştü; sadece harpın müziği eksikti. Âşıktı ona. Kız ise sonbaharda uçuşan yapraklar kadar kayıtsızdı. Her aklı başında, hüzünlü çocuğun çok sevdiği bir kız olurdu ve bu kızlar hep böyle yaparlardı…

Ani bir işi peydahlanmış gibi başka bir çınarın altında birden durdu. Ne yapacağını düşünmeden önce doğal olarak biraz saçmaladı. Çınarlar çınarlar… Amma da çok çınar var burada. Çınar kardeşliği gibi… Birisini bekliyormuş gibi etrafına bakındı. Vitrinlerdeki mankenlerle göz göze geldi. Kollarını kavuşturdu. Kalbi niye böyle hızlı atıyordu?

Ne yapacağım şimdi, konuşsam mı, ama nasıl konuşacağım, ne diyebilirim ki, ya terslerse, çınarlar, birini bekliyor kesin, keşke rastlamasaydım, dönsem mi, saçmalıyorum…

Gökyüzüne baktı ve ‘hıh’ diye bir nefes verdi. Niye bu kadar zor oluyor ki? Uçabiliyorum ama başka bir insanla konuşamıyorum. Herkes mi böyle, yoksa ben miyim sadece? Konuşmanın o tek taraflı mutluluğu yok edeceğini, özelliğini kaybettireceğini mi düşünüyorum? Niye bu kadar zor? Yakınlaşmaktan mı korkuyorum?

Ve o yöne doğru başka hiçbir şey düşünmeden yürüdü. Ne diyeceğini bile düşünmemişti.

“Selam…” Hafif bir tebessüm.

“Merhaba.” Gözler…Parlak yeşil.

“N’aber …..?” Tebessüm devam ediyor.

“İyi. Sen ne yapıyorsun?”

Kız sorusunu sorduktan sonra çenesi dik, gözlerini uzaktaki bir yere dikerek dünyadaki en çirkin hareketlerden birini yapmıştı. Omuz çöktüren bir hareketti bu.

Başka yere bakma, başka yere bakma… Bana bakmıyor bile. Niye geldim ki?

“Hiç… Hey, omzuna kuş pislemiş!”

“Ne?! Hah, edepsiz hayvanlar!”

“Dur, al işte, selpak.”

“Sağ ol. Bu ağaçların altında da oturmaya hiç gelmiyor.”

“Kuşlar işte… İstersen iki kelime edip bir daha yapmamalarını söyleyebilirim.”

“?”

“Yani bunu da yapabilirim belki. Yapabilirdim yani… Yapmayı isterdim demek istedim.”

Kız gözlerini kocaman açtı, kaşları çok çok hafif çatıktı, sessizce gülümsedi. Güzeldi.

“Kuş dilini denemeyeceksin herhalde?”

“Aganigi..”

“O kuş dili değil!”

“Biliyorum.” Gülüştüler.

Kısa bir ‘tatil nasıl gidiyor’ muhabbeti. Kısa bir ‘sinemaya da hangi filmler gelmiş’ muhabbeti. İki kelimelik, tek taraflı, ağızdan çıkmayan bir ‘çok güzelsin’ muhabbeti.

“Artık gideyim… Güneş de batıyor.”

“Nanik çekerek batıyor, baksana.”

“Ne?” Kaşlarını kaldırarak hafifçe gülümsedi kız.

“Akşamüstünün içinde uçmak nasıl bir duygu olurdu, hiç düşündün mü?”

“Düşünmedim. Ama merak ettim, nasıl olurdu?”

“Akşamüstünü içmek gibi olurdu. Şerefe!”

Kız kalkerken yine gülümsedi. “Görüşürüz…”

Aynı sıcak tebessümle kızın gözlerinin içine baktı. Bir şey demedi. Ayrıldılar.

***

Akşam kentin üzerine oturmuştu. Küçük kentlerde akşamlar birbirine benzerdi; o yüzden sıkıcı olurlardı. Bu seferki öyle değildi.

Unutmuştum oysaki. Rastlamasaydım unutacaktım. Bastıracaktım içimde…

Mağazaların floresan lambalarından akan ışıkları kaldırımlara vuruyordu. Hava leş gibi sıcak değildi.

En azından konuşabildim… Güldürdüm bile.

İnsanlar yavanlıktan sıyrılmış, görülmeyen bir enerji yayarak yürüyorlardı. Hiçbir akşamüstünün dünyadaki son akşamüstü olmadığını biri onlara müjdelemişti anlaşılan. Bunu kutluyor olmalıydılar.

Gözleri… Sadece bana mı böylesine güzel geliyor? Bu nasıl açıklanabilir? Mutlu mutlu seyredebilirim o gözleri. Mutsuzluğumu tamamen silecek bir mutlulukla. …Türk filmlerine mi hapis oldum?

Sokak lambalarının ışıkları kaldırımlardaki ağaçların yapraklarıyla tokalaşıyordu. Ötede, rıhtıma eski bir yolcu vapuru demirlemişti. Işıklarını yakmış, ağır ağır salınıyordu. Uzaktan bir müzik sesi geliyordu. Kent her zamankinden farklı, bir yaz kasabası havasındaydı. Kendini Bodrum’a üçüncü kez gelmiş bir turist gibi hissetti. Aydınlık sokaklarda dolaşıyordu.

Fazla da konuşamadık ki… Acaba o da düşünüyor mudur…? Benim gibi, boş boş hayaller kurup mutlu oluyor mudur? Hayır, sanmıyorum… Kızlar böyle yapmaz.

Bir lambanın altında durdu. Arkasında iki katlı bir bina vardı. İkinci katındaki loş ışıklı kafeteryadan bardak çınlamaları geliyordu. İnsanların siluetleri camlara vurmuştu. Şehre baktı. Gülümsedi.

Bu da bir şey, küçük de olsa. Belki bir daha rastlarım. O zaman ezeli korkaklığımı yenip bir şeyler söyleyebilirim. Uzay boyalı yeleği bulabilirim. Belki…

Karanlık bir ara sokağa koştu ve göğe uzandı. Tek bir kasını oynatmadan, düşünerek ve belki o anın sevinciyle ve coşkusuyla da, bulutlara fırladı. Hızının şimdiye kadar ulaşılamamış bir hız olduğunu kendisi bile tahmin edemeyecekti.

Sis gibi kıvamsız, kıvrılmış bir bulutun ucunda ayakta durdu. Ağzı bir karış gülümsüyordu. Aklında kız vardı.

“Hey!...” diye haykırdı. “Şehir! Ben buradayım! Uçuyorum!”

Ve onu düşünüyorum.

Bir sarhoş kahkahası attı.

Boşluğa bastı, düştü, yükseldi, uçtu. Bir süre akrobasi jeti taklidi yaptı. Bulutların içinde deli gibi dönerek yarı saydam girdaplar oluşturdu. Yalova hava gözlem evinde göğü inceleyen birileri varsa oldukça ilginç anlar yaşayacaklardı.

Yağmursuz yaz gecelerinde yemek bulamadıkları için sıska kalıyordu bulutlar. Sürü halinde ufak ufak saçılmışlardı. “Coşku…! Bu sadece coşku!” diye avaz avaz bağırdı bir tanesinin üzerinden. “Melekler, kıskanın beni!” Başka bir buluta zıpladı, ve bir başkasına ve daha uzaktaki bir başkasına da. Bulutların üzerinde seksek oynamak paha biçilmez bir keyifti.

En son atladığı buluta basmadı ve puf diye yarıp içinden geçti. Gece gezintisine çıkmış bir karga grubunun arasına düştü ve kuşlar kaçışmayıp beraber uçmayı kabul ettiler. Kargaların gaklamalarına kahkahalarla cevap verdi.

“Bakın, tüm arkadaşlarınıza da söyleyin, olur olmadık yerlere pislemeyin.”

Birkaç karga itiraz edermiş gibi gakladı. Kahkahaları iki katına çıktı.

“En azından sahildeki ağaçlardan uzak dursanız?”

Hiçbiri cevap veremedi çünkü yaklaşan iki jet uçağının gürültüsü asabi kuşları kaçırttı. Şehir merkezinden uzaktaki askeriyeden havalanmış olmalıydı bu jetler. Çok yukarısından uçan uçaklara yöneldi ve tam peşlerine takılacakken küfrü bastı. Motor seslerine dayanamazdı. Alçaktan uçtu ve iki jetin arasından fırlayıp yükseldi. Metal kuşların zarafetini onlardan daha yüksek bir konumdan izledi. İleri fırladı ve uçakları geçti.

“Bastır oğlum!” dedi kendi kendine ama sesini duymadı. Gözlerini kocaman açtı. Ses hızını geçtim! Johny, bir çimdik atar mısın lütfen. Bir Hollywood filminde de değildi ki. Eh, hiç olmazsa gagası bilenmiş bir karga kıçıma doğru dalsa itiraz etmezdim. Ses hızını geçtim yahu!

Durdu. Uçaklar aşağısında şimşek gibi çakıp kayboldular ve sesleri gök gürültüsü gibi gümbürdeyip peşlerinden gitti.

Demek sınırı yok. Rüzgârdan etkilenmiyorum. Basınçtan etkilenmiyorum. Bir ara demiri bükmeyi ve gözlerimden ışın çıkartmayı denemeliyim.

Kendini ansızın yorgun hissetti. Sınırı olmayan bir güç nasıl hediye verilirdi ki? Dik bir şekilde serbest düşüşe geçti. Yalova’nın üzerinde değildi. Ay çok çok parlaktı. Arkasını döndü ve parıldayan ışıkları, parıldayan hayatları seyretti. Ellerinde meşaleler taşıyan devasa karınca kolonileri... Işıktan kaosunuz anca böyle bir konumdan bakınca dinginlik içinde gözüküyor. Aşağıda bir göl, yıldızların desenlerini kapmış, gökyüzüne yansıtarak dalgalanıyordu. İznik Gölü… Ve Marmara Denizi, yakamozlardan bir pikeyle örtülmüş, evrenin gizemini yansıtırcasına boş ve sessiz uzanıyordu. Aklına bir başka şarkı geldi.

“Melekler için dua etmeyi unuttum

Ve de melekler bizim için dua etmeyi unuttu…”

Anlamıyordu. Ayı arkasına almış, havada süzülen bu çocuk kutsal bir varlık değildi.

Hayat her şeye rağmen kederliydi.

Anlayamıyordu. Ve ne şehirdekiler anladı ne de göl ve denizdekiler, Yalova’nın karanlık bir köşesine kadar gökten gözyaşı yağdığını.

***

Bir bulut yığınının ucunda ayaktaydı. Azmış bir sisin donmuş pozuna benzeyen bulut alev alev görünüyordu. Hava akımı Tekel rakı kadar sertti. Rüzgâr fantastik romanların buzullarındaki gibi çığlık atıyordu.

Pelerinim eksik.

Güneş arkasında, yüksekten Marmara’ya dökülüyordu. Kafasını çevirip bir yan bakış attı. Gözlerini zoraki kıstı. Güneş yan bakılacak bir tip değildi. Gökyüzünü inceledi. Tüllere bürünmüş melekler neredeydi?

İnsani duygular mı önemlidir yoksa kutsal, ulvi duygular mı? Hangisi önceliklidir?

Birkaç gündür bunu düşünüyordu. Çatıdan bisikletiyle atladığı günden beri bir hafta geçmişti. Eğer bir çizgi romanı hazırlansaydı şu anki lakabı Göklerin Efendisi olurdu. Ama bu hediyeden hala delicesine korktuğu için kimsenin kendisine bir çizgi roman hazırlayacak hali yoktu.

Bu sorunun cevabını alamazsam yanlış şeyler yapabilirim. Başından beri Superman olmadığımı biliyorum. Öyleyse niye? Bunun bedelini ödeyemem. İnsanların başlarına hayatlarını değiştirecek büyük olaylar gelmeden önce birilerinin kapıyı tıklatıp ‘Bunu istiyor musun?’ diye sorması gerekiyor. Allah’ım… Başka türlü olmuyor.

Uzaktan bir kuş sürüsü uçuyordu. Aşağısında gözükmeyen insanlar oradan buraya koşturuyordu.

Ne amaçları var? Gerçekten, ne amaçları var?

Kendini bıraktı. Elleri kalçasının yanlarında, avuçları ters, inanılmaz bir hızda aşağı daldı. Baş aşağı havayı bükerek indi, şahinlerin taçsız ve kanatsız kralı.

Belki de amaç yoktur. Bedel olabilir, ama amaç yok. Ben Superman değilim.

Dar bir ara sokağa hatırı sayılır bir miktarda toz kaldırarak indi. Sokaktan çıktı, yürüdü, bir başka sokağa girdi ve bir evin önünde durdu.

Ağustos sıcağı yerdekilere acımıyordu. Ama çocuğa lütuf, minik bir esinti minik bir sonbaharı getirdi ve bir iki yaprak girdap olup uçuştu etrafında. Şu rüzgâr ciğerlerime girse ve içimdeki tüm sorularla heyecanı alıp götürse… Böyle bir şey mümkün değildi.

İlerledi ve zile bastı. Kutsallığa ihanet… Kapı şak diye attı, otomatiğe basılmıştı. Girerken aynada kendisini gördü. Mahallenin berduşu geldi. Derhal rüzgârdan dağılmış saçını ve elbiselerini düzeltti. Apartmanın içi küf kokuyordu. Dönerek yükselen merdivenleri çıktı…

Ve kız oradaydı. Kapıya yaslanmış dikiliyordu. Minik, narin, şarkılardaki Jolene gibi; güzelliği benzersiz, alevli bukleleriyle kestane saçlı, fildişi teni ve gözleri zümrüt yeşili.

Bir çocuk bir kızı, bir küflü koridorun karanlığında bu şekilde görebiliyorsa denecek pek bir şey yoktu aslında. Kızlar anlamıyordu.

Belki de ben anlatamıyorum…

“….., ne yapıyorsun burada?”

Doğru, ne yapıyorum…

“Dur, merak edecek bir şey yok. Bir şey söylemeye geldim.”

“Ne söylemeye?”

“Eee…”

Kötü bir fikirdi belki de. Ama artık dönüş yok. Ayaklarının geri gitmesini engelle.

“Bekliyorum…?”

“Bir şey göstermeye geldim aslında.”

“Başka zaman göstersen? Dışarı çıktığımda, ya da okul açıldığında?”

Kızlar gerçekten anlamıyor.

“Olmaz. O kadar bekleyemez. Kötü bir şey değil zaten. Hayatında hiç şaşırmadığın kadar şaşıracaksın.”

Kız kaşlarını kaldırdı.

“Ve başka kimsenin haberi yok!”

“Tamam, merak ettim.”

“Hemen değil. Sana sormam lazım. Bu… Çok değişik bir şey. O yüzden sana soruyorum, bunu istiyor musun?”

Kız hemen cevap veremedi. Durakladı, tek kaşı havada şaşkınca bakıyordu. Çocuğun içtenliği işe yaramış olmalıydı. “Tamam.” dedi.

“Pişman olmayacaksın! Görüşürüz!”

Koşturarak çıktı, kızın hey diye bağırdığını duymamıştı bile. Hafifçe gülümsüyordu.

En azından kapıyı başkası açmadı.

***

Küçük kentlerin en sevimli özelliklerinden biri her-yere-beş-dakika olunmasıydı. Küçük kıyı kentlerinde ise sahile-üç-sokak kuralı vardı. Üç sokak yürüdükten sonra deniz belediyenin açtığı ve kapamayı unuttuğu bir kuyu gibi bitiverirdi. Yalova’da ise iki sokak yeterliydi.

Elleri ceplerinde, paket taşlı iki adet sokağı keyifle yürüdü. Malum, son zamanlarda pek yürümemişti. Rıhtım ve minik fiyort kederli bir rakı sofrasına karşılıklı çökmüşçesine sessizdi. Ay ışığı kadehleri dolduruyordu.

Takaları seyretti.

Deniz ne kadar cezp edici ve sinsiyse takalar da o kadar yalnız. Kendi başlarına kıyı dalgalarına teslim olmuşlar. Bir o yana bir bu yana dertliymişçesine salınıyorlar. Bana mı benziyorlar… ya da benziyorlardı?

Yerden birkaç taş aldı.

Denizin en melankolik ahalisi sizsiniz, takalar.

Bir tanesini fırlattı taşlardan, cup diye bir sesle neon siyahı suya çarpıp battı taş.

Ellerine baktı.

Bu yumru yumru taşlar da geçmişime benziyor olmalı. Öyleyse batın.

Taşlar teker teker cup sesine teslim oldular.

Fiyordu kıyıdan ayıran setin üzerine zıpladı ve oturdu. Ayaklarını suya doğru sarkıttı.

Masanıza üçüncü kişi olarak dâhil olduğuma göre size sessiz bir hikâye anlatmama izin verin. Bir insanın hayatının bir haftada tamamen değişebilmesi için illa uçabilmesi mi gerekiyor? Başka türlü bunu sağlayamazdım. Ben… kendim yapamazdım. Hüzünlü hayatım… Hüzünlü yıllar… Bir trajediler evinde büyümediğimi kabul etmek zorundayım. Üzgün anılarla dolu olduğu doğru, ama bir tragedya sahnesi de değildi.

Yıldızlara baktı, gözlerini kıstı, ellerini herhangi birine uzanabilecekmiş gibi havaya kaldırdı.

Uzanamıyorum… Hüzünlerimin asıl kaynağı da bu oldu daima. Yıldızların orada olduklarını biliyordum, ama uzanamıyordum. Eski masallarda mı yitirdim kendimi bilmiyorum, ama denir ki; evvel zaman içinde insanların hissettiği duygular şimdikinden fazlaymış. Zaman akıp masal kitabının sayfalarından firar ettikçe bu duygular da bir bir kaybolmuş ve kaybolanlar yitik duygular ismini almış.

“Yitik duygular…”

O zamandan beri parçalanmış olarak yaşıyoruz. Duygularımız bölünmüş, kaybolmuş. Benim yitik duygularım akşamüstüne ve denize saçılmış, hissedebiliyorum. Beni tekrardan bütün yapacak duygular orada bir yerde, ama onlara uzanamıyorum. Bundan kederli ne olabilir?

Hikâye bitmişti. Rıhtım hala sessizdi. Ötede turuncu bir kedi mırlayarak kendi etrafında dönüyordu.

İçinizi sıktığımı biliyorum. Ama merak etmeyin. Artık eskisi kadar karamsar değilim. Gülümsedi. Mutlu olabilecek kadar mutluyum.

Eğer takalar konuşabilecek olsalardı bunun nedeninin hüzünlü düşüncelerinden çıkıp bir gerçeğe dönüşmüş olan kız olduğunu söylerlerdi. Melankolik varlıklardı bu takalar, böyle uzun cümleler kurabilirlerdi.

Ayağa kalktı, nazik bir reveransla öne eğildi ve hafifçe havalanıp suya kondu.

“Sorunsuz durabiliyorum, mükemmel!”

Yavaşça birkaç adım attı. Ayaklarını ıslatan yumuşacık bir tramplenin üzerinde durmak gibiydi. Bir kez arkasına dönüp Yalova’nın loş ışıklarına baktı. Kız oralarda bir yerdeydi. Dudakları kıvrıldı. İçinde sıcacık, telaşsız bir heyecan dalgası hissetti. Kız için hissettikleri bir yitik duygu muydu?

Alesta tramola!

Döndü ve koşmaya başladı. Sular saçılıp vücudunun her yerini bir yahniyi tuzlarmış gibi ıslak ıslak tuzluyordu. Kıvrılmış ağzı kulaklarına varıp geniş bir sırıtışı meydana getirdi.

Öylesine hızlandı ki su arkasında yarılıp dalga oluşturmaya başladı. Çığlık çığlığa kahkaha atıyordu. Zıpladı, daldı, en hızlı balıktan daha hızlı yüzerek birkaç gümüşü ve istavriti hayretler içinde bıraktı, yüzeye çıktı ve göğe yükseldi.

Evine doğru keyifli bir tempoyla süzülürken yabancı bir şarkıyı Türkçe mırıldanıyordu.

“Bir gün beni heyelanın altında

takılmış bulacaksın

bir süpernova şampanyasında

gökyüzündeki bir champagne supernova’da”

Hüzünlenip gözyaşı dökmek aklına bile gelmemişti. Yani, bir yahniye benzemese de zaten her tarafı tuzlanmıştı.

***

Artık zamanı gelmişti.

Dar, gölgeli sokağın kiremitsiz bir damındaydı. Bir bacaya yaslanmıştı. Güneş gün batımı için hazırlıklar yaparken damdaki eski antenler kavuniçi parıldıyordu. Zevksiz, unutulmuş bir damdı bu.

Bir kompozisyona başlamak gibi bir şey. Nasıl giriş yapacağımı bilmiyorum. Bacadan Noel Baba kılığında girsem güzel olabilir aslında.

Kafasını salladı. Ciddi olması gerekiyordu.

Alçalacağım, balkona konup kapısını tıklatacağım ve… Bir randevu için çok sıra dışı bir yöntem aslında. Ama sorun da bu değil ki…

Öne eğilip aşağı baktı. Tam aşağıda bir çorapçı dükkânı vardı. Karşısında küçük, sevimli bir kitapçı. Bütün gün vitrindeki çoraplarla kitapların kesiştiği ilginç bir köşeydi. Ellerini ceplerine soktu ve derin bir nefes aldı.

Sorun şu ki, insan özgüven dayanağı olarak sıra dışı şeyler yapabilse bile cesaretini toplayamıyor. Ne kadar kötü bir şey bu… Kendi duyguları, hisleri olan, bunların ne anlama geldiğini bilen bir insana kendi duygularımı ve hislerimi anlatamıyorum. Kendimizi şartlamışız. Korkmaya ve vazgeçmeye, bir köşede pısırıkça oturmaya şartlamışız. Tek taraflı da değil; sen beni, ben seni ve onlar beni… Ve kimin suçu olduğunu bile bilmiyorum.

“Bir insan, bir başkasına onu sevdiğini nasıl söyleyemez ki…?”

Bu işler böyle olmamalı…

Parmak uçlarında yükseldi, havada süzüldü, az kalsın yaşlı bir teyze cama çıkacaktı –çıkmadı, ve balkona kondu.

Şimdi kalbi hızlı hızlı atıyordu ve az biraz da muziplik hissediyordu.

Knock knock knockin’ on heaven’s door…

Tül perde sıyrılıyor, kapı açılıyor ve kız ürkekçe dışarı bakıyor.

“Korkma, kapını çalan elleri çıkmış devasa bir güvercin değil.”

“….., nasıl çıktın buraya?!”

“Yukarıdan.”

“Beni korkutuyorsun. Geçen gün ansızın kapıya geldin. Şimdi de balkonda ortaya çıkıyorsun. İyi misin sen?”

“Biliyorum, çok garip bir durum. Ama… Sana bir şey göstereceğimi söylemiştim, hatırladın değil mi? Çok değişik bir şey olduğunu söylemiştim.”

“Evet ama bunun balkonumda bitivermeni sağlayacağını düşünememiştim. Hem nasıl çıktın sen buraya?”

“Yukarıdan dedim ya. Göstermek istediğim şey de buydu.”

“Tırmanmayı öğrendim deme.”

“Hayır, uçmayı.”

“… Gerçekten, iyi olduğuna emin misin?”

“Ellerini verir misin lütfen?”

“Neden?”

“Bir çizgi romanda görmüştüm. Gerçi o sonbaharda geçiyordu.”

“Toplaşıp bana şaka yapmıyorsunuz değil mi?”

“Eh, görmenin tek bir yolu var.”

“Tamam, kim kimsiniz?”

“Sadece ben. Ellerini uzatırsan sana göstereceğim.”

“İyi, öyle olsun.”

Gergin bir giriş konuşması olmamıştı; çocuk kızın şaşkınlığına içtenlikle bol bol gülümsemişti, kız ise özelliği şaşırdıkça güzelleşme olan doğaüstü bir varlık gibiydi. Kızın ellerini avucunda hissetti. Nazik, ince parmaklar, kendi teninin değdiği bulutlar kadar yumuşak eller.

“Gözlerini kapa.”

“Eh, artık soru sormuyorum.”

Yükseldiler… Bu sefer camın eşiğinden yaşlı bir amca döndü, neyse ki dışarı bakmadı.

“Gözlerini açmadan önce kendini hazırla. Artık bakabilirsin.”

“Sen…” Kız gözlerini öylesine kocaman açmıştı ki Kaşıkçı Elması iki tane zümrüde dönüşseydi bile bu kadar güzel gözükemezdi. “Ne yaptın sen?... Rüya görüyor olmalıyım.”

Balkonda değillerdi. Sokakta değillerdi. Yalova’nın içinde de değillerdi.

“Ben böyle bir rüya görseydim… Hayatımdaki en güzel rüya olurdu.”

Kız bir şey demedi.

Denizi gören yüksek bir yayladaydılar. Akşamüstünün bu en romantik saatinde denizle ıslanmış güneşin parlak makyajı ufkun ardına akıyordu. Tenhalık yaylanın ruhuna tüllerle işlemişti. “Sihirli bir yer mi burası?” diye sorabildi kız.

“Sadece görmeni çok istediğim bir yer… Yalova’nın hemen dışındayız. Sihirli olmayan, ama yine de bir masal kadar güzel olan bir yerde.”

Deniz ecnebilerin ‘azure’ dediği koyu mavi renge bürünmüştü. Eskisi kadar aksi değildi. Çocuğa bu sefer alayla değil içten bir sevecenlikle davranıyordu. “Bravo dostum…” diyordu. “Bravo dostum.”

“Nasıl geldik buraya?” diye yavaşça sordu kız.

“Uçarak. Ellerini tuttum, inanamayacağın bir hızla ve elimden geldiğince nazikçe, seni buraya uçurarak getirdim.”

Yumuşak bakışlı çiçekler her yana saçılmış, rengârenk sevimlilikleriyle yaklaşan geceyi çiğ yağdırması için kandırmaya çalışıyorlardı. Kızıl güller, görkemli zambaklar, mor menekşeler, tatlı kokulu laleler, lejyon lejyon papatyalar… Kibar esintilere teslim olmuşlar, karışık bir tiyatroda oturmuş, sonunda kavuşabilmiş güneşle denizin dramını izliyorlar…

Kız muhteşem bir ağırlıkla biraz koştu. Manzarayı özümsemek istiyordu. Dünya şafakta nasıl berrak bir umut kokuyorsa bu saatlerde de hüzünlü bir tazelik kokuyordu. Akşam ekmeğinin fırından çıkması gibiydi. Derin derin içine çekti.

“İnanması çok zor… Her şey o kadar gerçek ki, yine de rüya gibi. Uçuyorsun ve…”

Kızın yanındaydı, elini tuttu. Hafifçe gülümsedi. “Tamam.” dedi. “Biliyorum. Bir rüya gibi. Ama değil. Belki de güzelliği buradadır.” Son demlerini vurmuş güneşe baktı. “Gel, artık dönelim. Gökyüzünde gece karanlığıyla ürkütmek istemem seni.”

Böylece döndüler, aheste bir yolculuk oldu ve kızın gözleri kapalı değildi. Hoştu.

“Servisiniz balkonda mı dursun yoksa sokak kapısını kullanıp alçaktan bir giriş mi yapmak istersiniz?”

“Kapıdan girsem daha normal olur sanırım.”

“Nasıl istersen. Benim için fark etmiyor ne de olsa.”

“Hala inanabilmiş değilim. İstersen kız ama düş gördüğümü düşünüyorum.”

“En azından içinde ben varım.”

“Hey, dur bakalım orada!”

…Gülüyorlar.

Kızı sokağın karanlık bir köşesine indirdi. Ellerini bıraktı. “Öyleyse yarın bunun rüya olmadığını kanıtlayacağım. Hatta önümüzdeki günlerin tamamında uzun uzun kanıtlayabilirim!”

O gün güzel bitti. Rüya görmeden deliksiz uyumak mutlu insanların alışkanlıklarından biriydi. Mutlu insanların arasına hoş gelmişti.

***

Hayat acı-tatlı bir senfoniydi. Bazı günler mutlu olunurdu, bazı günler mutsuz. Ve bazen hayat, günlerin köpüğüydü.

..İlk gün, minik bir sürprizle başlıyor. Kız, odasının camının tıklatıldığını duyuyor, cama çıkıyor ve çiçekleri görüyor. Akşamüstünün lacivert göğünden yavaşça yağıyor binlercesi. Gökkuşağı çiçeklere kırılmış gibi, saplar armonika çalıyor ve yapraklarla tombul gövdeler hoş kokular içinde dans ederek düşüyor. Kız ellerini dışarı uzatıyor. ..Düşüyorlar, düşüyorlar… Babil’in Asma Bahçeleri yağıyor. Derken bir not konuyor kızın minik avucuna.

‘Bu bir rüya değil.’ diyor not. Kız gülüyor.

İkinci gün, kızın balkonuna bir evin önünden ödünç aldığı bir bisikletle iniyor. Kız, balkonunun hava sahasını bir uzay gemisi işgal etmişçesine şaşırıyor.

“Benimle gelir misin?” diye soruyor çocuk.

“Nereye?” diyor kız.

Çocuk cevap veriyor: “Çok yakına, ve bir o kadar da uzağa.”

Bisiklete biniyorlar ve güneşin battığı diyarlara gidiyorlar. Martılar uçuşuyor ve bisikletli çifti görenler sevgiyle Jonathan’ı anıyor…

Denizin ardında güneş akşamüstü portakalına dönüşüyor. Dalgalar günbatımına boyanmış. Güneşin altın saçakları kızın zümrütten gözlerine hücum ediyor ve amansız bir savaş kopuyor. Çocuk kızın masalsı yüzüne bakınca savaşı kimin kazandığını anlıyor.

Bisikleti, güneşin batarken ufuktan kıyıya kadar suda oluşturduğu hüzünlü renklerden huzmeli köprüye park ediyorlar. Her şey o kadar güzel ki cennetin başucuna asılacak bir yağlı boya resminin içindeymiş gibi hissediyorlar kendilerini. El ele tutuşmuşlar… Güneş batıyor…

Sana söylemek istediğim öylesine çok şey var ki, ama nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.

“Beni anlayabilmeni isterdim.” diyor.

Bu yetmiyor. Kız sıcacık gülümsüyor, ama bu yetmiyor…

Üçüncü gün, kızı bulut bahçelerine götürüyor. Günbatımının renkleri bulutların üzerinde binlerce çiçeğe açıyor. Bulutun ucuna, bir taş duvara otururmuş gibi oturuyorlar ve ayaklarını aşağı sarkıtıyorlar.

“Bu bir lütuf olmalı.” diyor kız. “Kendimi, kendim gibi hissetmiyorum. Anlatması zor… Ruhum bedenimden çıkmış gibi, çünkü bu hisleri anca öyle yaşayabilirim. Sanki var olmayan bir duyguyu yaşıyorum.”

“Biliyorum.” diyor çocuk ve gülümsüyor. “Yitik duyguların bir masalı gibi.” Ve kıza yitik duygular masalını anlatıyor.

Oturuyorlar. Dünyanın en yumuşak yastığı bu.

“Eskiden her nefesimle hayattan bir dert çekerdim. Öyle gelirdi… Artık değil. Bir insanın mutlu olabilmesi için illa uçması mı gerekiyor bilmiyorum. Ve sanırım bu düşünce hala içimi acıtıyor.”

“Hayat böyle…” diyor kız. “Hayatlarımızı değiştirmek onu yaşamaktan daha zor. Ve bazen mutluluk anca gökyüzünde uçmakla geliyor. Ama bırak kederleri rüzgârlar süpürsün.” Ve kendini geriye koy verip sırt üstü uzanıyor buluta.

“Ya seninle olabilmek içinde mi uçmak gerekiyor? Başka türlü nasıl başarırdım ki? Bu kutsal armağan bana senin için mi verildi yoksa? Çünkü mutluluğumun bu hediyeden değil de senden dolayı olduğunu fark ediyorum; tam şimdi, burada, parıldayan yeşim gözlerine bakarken, bukleli saçların bulutun kıvrımlarında erirken, ince dudaklarındaki minik gülümseme kalbime işlerken, ve gökteki meleklerin aslında sen olduğunu fark ederken.”

Maalesef bunların hepsini içinden söylüyor.

Akşam çöküyor. Ay bir parçasını buluta bırakıyor çünkü bulut, içinde gelmiş geçmiş en romantik floresan ışığı varmışçasına ışıldıyor.

Kahkahalar atarak koşuyorlar, karda yuvarlanırmış gibi bulutun üzerinde yuvarlanıyorlar. Kız bir buluttan adam yapmaya çalışıyor ama zavallı şey iki saniyecik dayanıp sise dönüşüyor.

“Nasıl yapıyorsun bunları?” diye soruyor kız.

“Neyi?”

“Uçmayı… Tüm bunları.”

“Bilmiyorum. Ama hiç yorulmadan dünyayı dolaşabilirmişim gibi geliyor. Hele sen de gelirsen…”

“Kaç günde devri alem olacak bizimki? Ciddi soruyorum…”

“Ben de ciddiyim! Kendimi anti-yerçekimi adam ilan edebilirim! Çünkü öyle… Tamamen içimden geliyor. Bilmiyorum. Ama yerçekiminin beni unuttuğuna eminim. Sadece uçmak değil bu, havada tamamen… bağımsızım. Her şeyden.”

Kızın elini bırakıyor ve kız aniden düşmeye başlıyor. Gülerek hemen alçalıyor ve kıza sarılıyor. “Çok kötüsün!” diyor kız.

“Gel…” diyor çocuk. “Sana bir şey göstereceğim.”

Buluta yükselip gözlerini ayın ışıltısına dikiyorlar. Mehtaplı ışık tenlerini gıdıklayarak dökülüyor. Çocuk yukarı doğru bir adım atıyor ve basıyor. Kız takip ediyor. Kıvrılan bir merdiveni çıkıyorlar.

“Bu ne?” diye gülerek soruyor kız.

“Cennete merdiven.” diyor çocuk. “Cennete merdiven.”

Ve ay ışığının aktığı yolda el ele, adım adım cennete merdiveni tırmanıyorlar.

…Dördüncü gün, günlerin köpüğünün sonu oluyor.

Hediyesini kızla paylaştığı ilk gün gittikleri yaylada oturuyorlar. Ağustos akşamüstünde bile alevli ve bunaltıcı. Yine de mutlular.

Dünya üzücü bir yer. Hayat hüzünlü keza… Ben de daima yalnız tutunmaya çalıştım hayata. Yalnızlıkta acı bir güç buldum. Yalnızlığa içerledim ama ona sığınmaktan da çekinmedim. Böylece daha fazla mutsuz olmayacaktım. İnsanların yalnızlığa karşı yakaladıkları umutlar en büyük umutsuzluklara dönüşmüyor muydu? Hayat böyleydi işte… Bazı insanlarla tanışmaman gerekir, o insanları hayatında hiç görmemelisindir. Çünkü… O insan senin umudun olur. Hüzünlü hayatına mutluluk getirecek mucize. Ama bu tür hikâyeler mutlu bitmez… O insana ulaşamazsın. Söylemek için denersin ama seni görmez. –Kızlar böyledir.- Üzülürsün. Belki saçma bir korkudan söyleyemezsin, belki anlamayan tavırlarından. Belki onu bir başkasıyla görürsün ve böylece iki kez üzüldüğün için söyleyemezsin. Masum bir duygunu, aynı tür duyguların ne demek olduğunu bilen bir başka insana anlatamazsın. Bu bana her zaman çok hüzünlü gelmiştir… Ve sonunda eskisinden de mutsuz olursun. O insanı ilk gördüğün ana pişmansındır…”

“Seni tanıdığım için öylesine mutluyum ki…”

Ve o eski şarkılara kulak verip bir daha kimseyle yakınlaşmayacağıma söz vermiştim kendi kendime. Nasıl yakın olabilirdim ki? Eski bir rüya olarak kalmayan deneyimler sadece hüzünlü olaylardan çıkardıklarımız olmuyor muydu? Bir insanla yakınlaş ve artık onsuz yapamayacağını fark et. Bu haksızlığa tekrar katlanmak istemiyordum. Etten ve kemikten bir insanla nefes almak kadar kötü bir şey var mıdır? Ona muhtaç olmak kadar? Çünkü hep böyle oluyordu. Kızların anlamadığı bir çağda hüzünlü bir insan ne yapabilirdi ki? Kibar bir şövalyeye inandığı sevginin bambaşka bir şey olduğunu söylediğinizde yapacağı şeyi... O sevgiye ihtiyaç duyar; ama kırılmış hayallerinden dolayı o sevginin yanına, ne kadar yakın olsa da yaklaşamaz. Bu ben değil miydim? Beni kurtaracak kimse yoktu; ve ben de bir daha asla yakınlaşmayacaktım…”

“Ama belki de beni kurtaracak olan sensin ve her şeyden sonra, sen benim w……..l’umsun…”

Düşünceler, hisler ve şarkılar her zaman haklı çıkmazken ve çocuk hepsinin tamamen tersini söylerken kızın ellerini nazikçe tutuyor ve yavaşça yükselmeye başlıyorlar. Hava akımı vücutlarını tek bir kutsal varlığa kol kanat gerermiş gibi tatlıca sarıyor. Akşamüzerinin loş turuncu göğünde yıldızlar patlıyor. Göğün ve yerin tüm güzellikleri bu gala sahnesini görmek için parmak uçlarında yükseliyor. Melekler tüllerini atıyor…

Ve geleceğin, üzerindeki yabancı giysilerini çıkarıp uzay boyalı yeleği giydiği, yakasını düzelterek artık hüzün değil de mutluluk getireceğini gülümseyerek müjdelediği; her zaman geri gelen yaz ve o muhteşem yaz akşamüstlerinin ufuktan sevgi diye bir hediye getirdiği ve geri aldığı tek şeyin üzüntü olduğu o günde, çocuk kıza söylüyor.

Kederler bile bu sahneyi alkışlıyor…

***

Kız gülümsedi. Bir şey demedi. Zaten sessizlik isteyen anlardan biriydi bu. Çocuğun ellerini biraz daha sıktı. Tüm duygularının bu temastan akıp geçmesini ister gibiydi. Zaman geçti ve ışıklı bir akşam çöktü. Bir bulut yığınının üzerinde nazikçe seviştiler. Uzun süre orada, ay ışığının altında yattılar. Ne çocuk konuştu, ne de kız. Beraberlerdi ve bu yeterdi.

“Hala bir düşün içinde olduğuna inanıyor musun?” diye sordu çocuk sonra.

“Bugünkü kadar hiç inanmamıştım.” dedi kız gülümseyerek. “Bir insanın görüp görebileceği en güzel düş.”

Birbirlerine sokuldular. Rüzgâr üstlerinden esiyordu. Bulutun içine azıcık gömülüp üstlerini dumandan pikeyle örttüler. Ama rüzgârın kötü bir haber taşırmış gibi uğuldayan sesinden sakınamamışlardı…

***

Hikâyelerde ve masallarda her zaman teselli bulmuştu. İster dinlediklerinde, ister okuduklarında. Ve öyle ya da böyle, bunların hepsinin bir sonu vardı. Eğer bir masal anlatılmaya başlanıyorsa, dinleyen çocuğun bilmesi gereken ilk şey masalın sonunun da geleceğidir…

Yalova’yı ağustos sıcağı kavuruyordu. Ağustos insanlara kızmışçasına mizacını değiştirmiş, öfkeli bir sıcaklık ve boğuklukla tavrını koymuştu.

Buna hiç gerek yoktu, ağustos abi.

Marmara semalarında tek başına uçuyordu. Kıza, en derin andaçlarda yitmiş hislerini söylediğinden beri anca bir gün geçmişti. Üzerinde daha önce hiç tatmadığı bir mutluluk hali vardı. Devamlı gülümseyesi geliyordu.

Ağzımın kenarlarından tutup aşağı çeksem kendiliğinden tekrar yukarı kıvrılacak sanki.

Kızı evine bırakmıştı. Yıldızların huzmelerinden oluşmuş bir kaydıraktan kaymışlardı. Gece artık ilerlemişti. Deniz ağustosun şerriyle büzüşüp hareketsizce kıvrılmıştı.

Uçuyordu. Sessizce, yavaşça. Silik umutlar taşıyan çocuğun hayalleri gerçek olmuştu. Artık mutluydu. Hangi hayal kırıklığı yeni bir sevinçle kapanmazdı ki?

Sonunda yitik duygulara açılan kapının eşiğinden geçtim. Belki de, en başından beri, o duygulara ulaşmak için O’na ihtiyacım vardı. Parçalanmış hayallerimi ve hayatımı bütünleyecek yitik duygular, ve beni bütünleyecek O. Artık bunun bozulmaması tek istediğim. Bir bütünüm ve bir daha asla kırılmak istemiyorum.

Gece ve sessiz su uzanıyordu. Bu ikisi uzandığında mutlaka kötü bir şey olurdu…

Önce boğuk gürleme geldi. Öfkeli Poseidon nymph’leri hükümdarlığından atmaya karar vermişti; deniz kabarıyor, siyah girdaplar halinde dönüyordu. Çocuk hemen şehir tarafına döndü ama o tarafa da zifir bir karanlık çöreklenmişti.

Ne olduğunu anlamıştı artık. Deprem… Nasıl… Ve afallamış şekilde sadece karanlığın çökmediği Yalova’ya bakarken uzak kıyılarda alevler şahlandı. Marmara yanıyordu ve Marmara sallanıyordu.

Kıyılardan boşalan sesler denize vurdu ve açık gökyüzüne bir feryat gibi yankı yaptı. Taşlar çatırdadı, demirler büküldü ve ölüm gürlemesi yıkılan evlerle sürüklendi. Önce çocuğun içinden geçti sesler; kalbinden, düşüncelerinden. Sonra yükselip havada birleşti. İsrafil sûru mu üflüyordu?

Ama çaresiz insanların canları gibi bir bir yitip gitti hepsi ve geriye sadece ısrarcı sallanış kaldı. Marmara ölüm uykusuna daldığından haberi olmayan beşikteki masum bebek gibi sallandı. Öfkeli ölüm dünyayı sarsıyordu. Sallanış geldiği kadar ani olarak gittiğinde, gerisinde yıldızlara savrulmuş ölü hayallerden başka bir şey bırakmamıştı.

Bebek ölmüştü.

***

“Hayır… Bedel… Bedel…”

Zorlukla nefes aldı. Midesi bulanıyordu. Korku ve endişeyle dolmuş ruhu ağzından çıkıp kaçacakmış gibi geliyordu. Gözleri yaşlandı. Üzerinde görünmez bir rüya tutacı vardı. Koşması gerekiyordu ama bacakları itaat etmiyordu.

Düşüp denize çakıldı.

Simsiyah köpüklere ağır çekim gömülüyordu. Suya teslim oldu ve hissizce battı. Karanlık…

Bedel… Bedel… Uyku… Hayır…

Soğuk suyla silkindi ve yüzeye fırlayıp koşmaya başladı. Su etrafında yarılıp geçit verdi. Bir şıpırtıya basarak kendini yükseğe attı ve havayı yırtarmışçasına uçup küçük kentin tozlu havasına girdi.

Hayır… Burası başka bir yer olmalı. Burası akşam geride bıraktığım yer olamaz.

Yalova enkaz doluydu. Aşağısında harap olmuş, karışmış, yanan ve ağlayan bir şehir vardı. Ve bu manzarayı yukarıdan gören tek canlı kendisiydi. Kader böyle istiyordu. Bedel yavaş yavaş ödeniyordu.

Ne yapabilirdi ki? “Yardım edin!” diye bağırıyorlardı. “Sesimi duyan kimse yok mu?” diye. Ağustosun on yedisi hüzünlerin çağıydı ve yapacak hiçbir şey yoktu.

Kendini hasta hissediyordu. Bir battaniyeye, kahverengi bir sobaya ve yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Toz bulutunu soluyordu. Bilinci tekinsizce sallanarak kızın evine uçtu.

Zemin katına oturmuş sessiz bir evi geçti. Ev öne doğru kambur duruyordu. Camları patlamıştı ve balkonlar üzgün omuzlar gibi çöküp sarkmıştı. Şimdi kızın evini görüyordu.

Taş ve moloz yığınına doğru alçaldı.

***

Var olan en narin hisler hayallerdi ve böyle yıkılıyorlardı işte; ansızın, acıyla, ölümle ve çoğu zaman hüzünle. Böylesine saf hayallerin birkaç saniyenin merhametinde olması kabul edilir değildi. Ama kaç kere “Hayat böyle…” demişti kendi kendine?...

“Allah’ım... Allah’ım... Ne olur...”

Bilinci kaydı ve enkaza çarptı. Çevredeki bağırışların içinde dünya kararmaya başladı. Kan tükürdü ve dünyanın karanlığına yuvarlanıp daldı.

Gözlerini araladı. Siren sesleri… Uzaktan ve yakından. İnsanların bağırtıları garip bir kakofoni oluşturmuştu. Telaşlı, korkmuş, çaresiz… Boğuk bir gıcırdama sesiyle yer sallanıyordu. Her yerden korna sesleri yükseliyordu. Ufalanmış taşın üstünde yürüme sesleri vardı. Ötede sokakta sürekli koşan insanların ayak sesleri aceleyle patırdıyordu. Ve her sesin üzerinde bir yerde acı bir kabullenişin sessizliği vardı. Olan olmuştu. Çocuk gözlerini kırpıştırdı. Bu mahşer miydi?

Titreyerek doğruldu. Bir arabanın farları enkazı yarım yamalak aydınlatıyordu. Etrafına bakınca göğsü sıkıştı. İnsanlar sefil bir halde enkazla uğraşıyorlardı.

Bu olamaz… Onu bulmalıyım… Neredesin…

Kızın ismini haykırdı. Cevap yoktu. Boğazı acıyana ve gözleri yaşlardan şişene dek haykırdı. Neredesin…

Küçük bir mantık kıvılcımıyla evin yıkılış şekline baktı ve kızın odasının ne tarafta olabileceğini düşündü. Dudakları titriyordu. Gözüne kestirdiği yere yavaşça emekledi. Düşüncelerin indiği çukur kadar karanlık bir delik buldu. İleride adamın biri küçük bir fener tutuyordu. Özel yetisini kullanarak fırlayıp feneri kaptı. Adam fenerin gittiğini sonradan anladı.

Deliğe girdi. Cılız ışık mahvolmuş perspektifin üzerinde yansıyordu. Tünel korku kokuyordu. Bir göçük tüneli insanın içinde bulunmayı asla istemeyeceği türden bir yerdi. Tozlu, dar, havasız ve ölüm korkusuyla dolu; dibinde yapraksız yonca açmış bir tünel…

Çocuk sürünerek indi. Sonunda bir beden buldu. Kızdı bu.

***

Ne çalıyordu şimdi? Hangi şarkı uyacaktı bu ana? Hangi gözyaşı yetecekti? Hangi duygular sözcükleri sürecekti dudaklarına?

Hangi…?

Enkazın tepesinde hareketsizce duruyordu. Kız kucağındaydı. Narin, kırılmış… Kafasını kaldırıp yıldızlara ve aya baktı. Işıltıları gözyaşlarında yansıdı. Günlerdir içinde dolaştığı gökyüzü oradaydı. Ona mutluluk getiren varlık kucağındaydı. Ağlıyordu. Gözyaşları kızın bedenine düşüyordu.

“Ben sana ruhumu verdim, sen beni ölüme terk ettin…”

Yavaşça yürüdü enkazdan aşağıya. Kimseyi görmüyordu. Karanlık, üzgün bir yol vardı orada ve onu iniyordu. Dünya niye bu kadar sessizdi?

Kızın bedenini yere indirdi ve yanında kıvrıldı. Başını göğsüne bastırdı.

Kalbimin atışını duyuyor musun? Ben duymuyorum. O kırk saniyelik zamanda boraya yakalanmışçasına savrulup gitti. Artık atıyor mu atmıyor mu bilmiyorum…

Gözyaşları kızın saçlarına karışıyordu. Daha da sıkı sarıldı kızın bedenine.

Ne yapabilirim? Ne yapabilirim? Üzgünüm… Biliyorum, korkuyorsun. Seyretmekle bile mutlu olduğum güzelliğin solmuş. Dudakların büzüşmüş… Neşeli kahkahalar savuran ağzın çığlık atıyor…

Ağlıyor, ağlıyor…

Üstün başında toz içinde… Saçların karışmış, bir tanem. Ama korkma…

Kızın yüzüne baktı. Gözleri açıktı.

“Korkma…” dedi sessizce hıçkırarak. “Korkma… Çünkü biliyorum ki, bu dünyada seni kıskanmış olsalar da melekler, ölümde sevgiyle yanına gelecekler. Seni götürdüğüm yayladakinden daha mutlu bir yerde olacaksın, orada vahşi güller olmayacak ve melekler ‘Bu O.’ deyip çevrende dans edecek. Ve istediğin zaman uçacaksın orada, bana gerek duymadan, ben yanında olmadan… Benim gökyüzümden bin kat güzeli senin olacak. Korkma…”

Titreyen parmaklarını uzatıyor ve kızın gözlerini kapıyor…

Ve böylece kızın minik, tozlu dudaklarına bir öpücük kondurdu ve hafifçe yükselmeye başladı. Kızın cansız bedenini ardında bıraktı. Cennetten kovulmuş bir ruh gibi yükseldi; harap olmuş, gözyaşlarını sakınmadan aşağı yağdıran, omuzları çökük ve kolları sarkık, bir daha mutlu olmayacağından haberdar…

Matemlerinin evini kontrol etmedi. İki katlı evin sağlam olduğunu biliyordu. Üzgün ev yokluğunu hissetmeyecekti.

Göğe yükselmiş toz katmanının içinden uçtu. Hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyordu. Üzüntüsü dışında hiçbir şey hissetmiyordu. Sahile vardı. Deniz büyük bir ciddiyetlikle sessizdi. Nice ölümün hatırasını taşıyordu içinde…

Terk edilmiş ahşap bina depreme direnmişti. Çatıya indi. Her şeyin başladığı o yerde diz çökerek ağladı. Sayısız soru ve sayısız isyan onarılamaz kalbinden taşıyordu. Yine de yapacak hiçbir şey yoktu. Sonunda gözyaşları tükendi. Daha fazla ağlayamıyordu.

Gözyaşlarım bile tükendi. Ne tükenmiyor bu dünyada? Umutlarım… Gözyaşlarım bile tükendi. Bu nasıl olur? Nasıl olur?!

Gökyüzüne haykırdı. “Nasıl olur?”

Milyonlarca yıldız parlıyordu. Hiç bu kadar yıldızı bir arada görmemişti. “Yakın ışıklarınızı.” diye fısıldadı. Yıldızların ışıltısında neşe yoktu. Hüzünlü oldukları belliydi. Işıktan milyonlarca gözyaşı düşüyordu o yana. Yıldızlar bu trajediye ağlıyordu. “Yakın ışıklarınızı. Çünkü yıldızlar gibi ışıldarız, yıldızlar gibi ışıldarız ve sonunda yok olur gideriz…”

Çocuk uca geldi. Denizin ötesindeki tüm kıyılar karanlığa gömülmüştü. Arkasında alevler göğe vuruyordu.

Bedelden her zaman korktum. Belki korkakçaydı ama seçtiğim yol böyleydi. Çok mutsuz olmuştum ve daha fazlasını istemiyordum. Basit. O yüzden o gün bitmeliydi. Buradan atladığımda bitmeliydi. Böyle bir hediyeyi ben istemedim. Ama ne yapabilirdim ki? Ne isteyip istemediğimiz bize ne zaman soruluyor?

Bir düş müziğini takip ettim ben de. Uçmak hangi düşün müziğine yaraşmazdı ki? Kutsal olsun olmasın… İnsanın hayatı hayal kırıklıklarıyla doluysa ilerisi de öyle olacaktır. O yüzden uçmak bile büyük hayal kırıklıkları getirdi bana. Biliyordum…

Ve seni tanıdım. Seninle paylaştım. Sen bana özlediğim mutluluğu getirdin. Beni bütünledin. Bilinmeyen zamanlarda denizde, gökte ve akşamüstünde kaybettiğim yitik duygularımın ta kendisi oldun. Artık yoksun ve bunu fark ediyorum; sen, benim yitik duygum. Ve gittin işte… Alçak bir deprem seni götürdü… Oyunumuz tatlı bir sonla bitmedi. Perde açıldığında ben de mutlu sayılmazdım. Roller dağıtıldı ve ben uçuyordum. İlginç bir şeydi. Bunu biriyle paylaşmam gerekiyordu. Bu senin rolündü. Kısa bir süre için mutlu olduk. Ama tiyatromuz kötü bitti. Mutlu insanların hikâyesi olmuyordu işte… Şimdi nefes alamıyorum. Bunu kaldıramam…

Bütünlenmiş bir insan tekrardan nasıl parçalanır ki? Hayatı boyunca yitik duygular masalına inanmış ve sonunda onu gerçek kılmış bir insan, tekrar masal sayfalarına nasıl gömülür? Mutluluk nasıl unutulur? Bir insan, böylesine kırılmış hayalleri nasıl kabullenir? Nefes almadan nasıl yaşanılabilir? Gözyaşıyla dolması gereken bir dünyada gözyaşın tükenmiş nasıl var olunur?

Bilmiyorum… O yüzden bitsin istiyorum. Artık bitsin... Bazı insanlar mutsuz olmaya doğarmış. Bugün doğan bebekler, siz öyle olmayın. Hayat mutsuz bir yer, ama siz öyle olmayın.”

Yavaş yavaş, bezgin bir hayalet gibi göğe yükselmeye başladı. Yıkık Yalova aşağısında ufaldı. Toz bulutunu yardı. Marmara uzak bir anı gibi minikleşti. İlk defa gökyüzünde üşüyordu. Mırıldanmaya başladı.

Geleceği bir yabancı gibi giyinmiş olarak gördüm, aşk uzay boyalı yeleğin içinde… Aşk kanın rol yapması ve ben kanıyorum…”

Kızın kaşları şaşkınlıkla kalkık, gülümseyen yüzü geldi aklına. Kalan birkaç damla gözyaşını da döktü usulca. Şimdi daha önce hiç yükselmediği kadar yüksekteydi. “Hayat böyleymiş.” dedi ve hafifçe gülümsedi. Kız hayallerinde zaten gülümsüyordu. Şarkının sözleri yankılanıyordu.

Ve güleceğim, rol yapmayı öğreneceğim,
Ve hiçbir zaman açık olmayacağım,
Ve savunacağım hiçbir hayalim olmayacak,
Ve hiçbir zaman açık olmayacağım.

Hayaller… Bu gerçekten de bir rüyaydı. Artık uyanma vakti…

“Yalnız ve ırak o yerde öleyim; mutsuz insanların gittiği, mutluların umursamadığı, yalnız başına ölmenin az da olsa huzur verdiği o bilinmeyen yerde öleyim... Kuşlar nerede ölürse, ben de orada öleyim.”

Ve yükselip uzaklara gitti. Ne toprak üstünde ne de ilahi semalarda ortaya çıktı bir daha. Denir ki, ölmeden önce bir nebze huzur bulmuş; çünkü peri kızının yüzü aklından hiç çıkmamış...

*

Hiç yorum yok:

Kuşlar Nerede Ölürse

Rıhtım rüzgarında iki yeni şiir eşliğinde yeni bir hikaye savruluyor.

Kuşlar Nerede Ölürse, ve rıhtım sessizliğe bürünüyor.

Ekim 2007

Rıhtımda Yabancı

...Yabancının ayak sesleri bu uzak, unutulmuş rıhtımın taşlarında yankılanıyor. Yabancı yalnız. Soğuk havayı soluyor, tütün dumanı gibi çekiyor ciğerlerine derin derin. Rıhtım ışıkları sırayla dizilmişler, donukça yanıyorlar, seyretmek keder veriyor. Deniz bezgince ıssız iskelenin ayaklarını okşuyor. Katran renkli ahşap gıcırdıyor. Yabancı iskelenin ucunda, kıpırtısız. Rüzgar uğulduyor.

Berrak ve serin gecelerde ve puslu öğlenlerde ben de durdum orada. Denizden esen rüzgarı içime çektim, kahverengi bir sobanın ısıttığı rıhtım kahvesinden gelen kahve kokusu eşlik etti rüzgara. Deniz ötelere uzanıyordu. Cezbedici, kederli, durgun deniz... Başka nerede, nereye bakarken hayal kurabilirdim ki?

Şimdi yabancı duruyor iskelenin ucunda. Kara Hayal Rıhtımı'nda, denizin bir zamanlar bana fısıldamış olduğu hikayelerle beraber, ve tamamen tek başına...

***


Kara Hayal Rıhtımı'nın, bu kişisel hikaye ve şiir sitesinin beğenilmesi dileğiyle...


A. Erman Kulunyar

Şubat 2007

Sitede bulunan tüm yazıların ve resimlerin hakları sahiplerine aittir, çalan çırpan hunharca lanetlenecektir. Yazıları en iyi niyetlerimle sunsam da elimden gelenin en iyisi kesinlikle bu değildir. Hikayeleri istediğiniz şekilde bilgisayarınıza indirebilir, word’de daha okunaklı bir hale sokabilirsiniz.