Kara Hayal Rıhtım’ı Üzgünce Sunar:

Kuşlar Nerede Ölürse


Bölüm 2

2.


Uzun boylu gezgin, şömine ateşleriyle kısmen aydınlanmış handa karanlık bir köşeye oturmuştu. Yalnızdı. Gürleyen bir şöminenin yan tarafında bir masaya, alevin ışığından mahrum kalacak şekilde yerleşmişti. Az lezzetli sıcak kırmızı şarabını yudumluyor, kırmızı gözlerini masasından pek kaldırmıyordu. Kapüşonu başındaydı ama uzun beyaz saçlarının sadece üst kısımlarını örtüyordu. Bembeyaz saçlar, gözlerinin önünden bir çift yeşil beyaz tokayla ayrılmış, köprücük kemiğinden aşağı hafifçe dalgalanarak iniyor, göğsünün biraz aşağısında sona eriyordu.


Yıkık Melnibone’un son imparatoru Elric, kalın kış pelerinine iyice sarınırken gözlerini kaldırıp etrafa baktı. Dış çerçeveleri donmuş, soğuk buharla kaplanmış pencere karlı bir havayı gösteriyordu. Karlaak’ta sert bir kış geçiyordu ve kar, evlerin duvarlarına sürtünüp öfkeyle mırıldanan rüzgârla savrularak yağıyordu. Benimle aynı renk olsa da, daha berrak olduğu kesin diye düşündü albino. Hanın içine baktı. Şömineler gürleyerek yanıyor, garson kızlar Karlaak’ın, soğuk kış gecesinde sıcak eğlence isteyen halkına servis yapıyorlardı. Kızıl saçlı bir tanesi masasının önünden geçerken Elric’e ilgiyle baktı. Kime baktığını idrak ettiğinde bir an çekilirmiş gibi oldu, ama çekilmedi ve hafifçe gülümsedi. Elric karşılık vermedi, en ufak bir karşılık en derin hatıraları uyandırırdı. İnsanlar bira kupalarını boşaltıyor, hanın alışıldık uğultusu tabak çanak seslerine karışıyordu.


Elric genel muhabbetin ne üzerine olduğunu anlayabiliyordu. Uğultudaki çekingenlik, duraksamalar, normalden kısık çıkan sesler konunun kendisi olduğunu gösteriyordu. Bakışlarını tekrar indirip şarap bardağında odakladı. Şarap testisini kaldırıp bardağını doldurdu. Söylenenleri umursamıyordu.


“Beyaz iblis, büyük bir orduyla kendi şehrini basıp kendi insanlarını öldürmüş. Tutsakların hepsinin kellesini bizzat kesmiş...”


“Karısını kılıçtan geçirmiş, hem de hamileyken...”


“Hayır, o karısı değil, kız kardeşiymiş...”

Göz kapakları kırmızı gözlerinin üzerine yarı kapanmış şekilde bakışları tekrar kalktı; ama çevreye değil insanların üzerine. Kendisine atılan hor bakışları açıkça görebiliyordu. Konuşan insanların üzerinde gezdirdi gözlerini. Onlara acıdı, onlara kızdı, onlara güldü; ama hissettiği en yoğun duygu umursamazlıktı. Bardağındaki tüm şarabı bir yudumda içip tekrar doldurdu.


Masasının önüne bir adam dikildi. Adamla ilgilenmeyecekti, ama ses çıkarmadan beklediğini görünce adama öylesine bir baktı.


“Prens Elric... Beyaz kurt.”


“Bayım, amacınız herkesin konuştuğu komik dedikoduları yüzüme söylemekse, bunu umursamayacağımı belirtirim.” dedi Elric şarap testisinde kalan son şarabı da bardağına doldururken.


Adam bir süre durakladı. Sonra bir sandalye çekip izin almadan Elric’in karşısına oturdu. “Özür dilerim Lord Elric, ama nezaketen izin isteseydim vermeyebilirdiniz.”


“Doğru.”


“Uzun süredir sizi arıyordum.” dedi adam yüzünün yarısını örten şalını çıkarırken. Yüzü yakışıklıydı. Geniş alnının üzerine düşmüş kısa, dağınık saçlarının altında ince kaşları ve ince gözleri vardı. Burnu ve ağzı küçüktü. Suratı hafif sakallıydı. Siması bir şekilde Genç Krallıkların insanlarıyla uyuşmuyordu. “Batıdan geliyorum, denizin ötesinden. Sizi Jharkor, Tarkesh ve civarında aradım. Bir denizci, sizin tarifinizde birinin doğuya yelken açtığını söyledi. Bir meselede yardım edebileceğinizi düşünüyorum.”


“Doğrusu beni şiddetle aramanızı gerektiren neden biraz merak uyandırsa da, bir paralı askerle konuşmadığınızı hatırlatırım.”


“Lord Elric, kendimi tanıtmama izin verin. Ben Ithsakorr, varlığını pek göstermeyen, nesli tükenmek üzere olan bir ırkın son mensuplarındanım. Melnibone ırkının zamanı nasıl bittiyse, bizimki de bitiyor; ancak bizim için küçük bir umut var. Sizin yardımınız da bu umuda tutunabilmek için gerekli.”


“Kendi ırkının sonunu getiren biri, başka bir ırkın sonunu engellemeye niye çaba göstersin ki?”


“Mesele ilginizi çekebilir, Lord Elric. Boyutlar arası yolculuklar hakkında bilgi sahibi olduğunuzu biliyorum.”


“Diğer âlemlerin yaratıklarıyla yaptığımız habis anlaşmalar, bizleri bu konuda bilinçli kılmıştır. Zalim Melnibone’un tüm imparatorları farklı boyutlar hakkında bilgiliydi.”


“Ama Lord Elric, siz hem bilgilisiniz hem de tecrübeli. Başka boyutlarda maceralarınız oldu...”


“Siz de hakkımda bilgilisiniz.”


“Tüm söylentiler dedikodu olmuyor, Prens Elric. Sizin hakkınızda bir miktar araştırma yaptım ve edindiğim bilgiler kesinlikle han köşelerindeki bu tip varoş insanlardan çıkma değil.”


Elric’in çıkık elma kemikleri, yüzünde oluşan hafif bir sırıtışla daha da belirginleşti. “Tecrübelerimin sizin meselenizle nasıl bir alakası olabilir, bilmiyorum.”


“Irkım için tecrübeniz çok önemli. Ancak başka boyutlarda savaşmış olan kişiler bize yardım edebilir. Ayrıca kılıcınız, diğer âlemlerde yaşayan, normal kılıçlardan etkilenmeyen yaratıkları öldürebilir.”


“Dikkat edin, gezgin Ithsakorr, Fırtınayaratan dost ya da düşman ayırmaz.” dedi albino sertçe ve ayağa kalktı. Fırtınayaratan’ın, yaşamasını sağlayan ama aynı zamanda başına korkunç şeyler getiren kılıcın başkalarınca umut olarak görülmesine dayanamıyordu. “Şimdi konuşmak istemiyorum. Odama çekileceğim. Yolunuza devam etseniz iyi olur. Size yardım edebileceğimi zannetmiyorum.” Uzun boylu prens, Ithsakorr’a ve tüm hana karşı kayıtsızca yürüdü ve merdivenlerden çıktı. Odasına girdikten sonra az ışık veren lambayı yaktı ve pencere karşısına oturdu. Karlaak’ın karla beneklenen ışıklarını seyretti. Arkasında titreşerek yanan loş ışıkla, uzun, bembeyaz saçlarıyla ve karamsar kızıl gözleriyle, dışarıdan bakan biri için bir iblis gibi gözüküyordu.


Elric öfkeyle iç çekti, kara kılıcı belinden çözüp bir kenara fırlattı. Kılıcın yarattığı büyük kederler, silahın yavaş çekim uçuşuyla birlikte Elric’den ayrılmadılar. Aksine albinonun bedenini daha da sarmaladılar. Aynı yavaş çekim hızla albinonun hastalıklı damarlarına ve yorgun kalbine yerleştiler. Gecenin kâbusları, imgelememler halinde Elric’in zihnine doluştular. Yıkık bir şehir… İblis kanından çıkma hain bir akraba… İsmini haykırarak uyandığı kadın…



Elric gecenin karanlığıyla bütünleşmek, silinmek ve yok olmak istedi. Hiçliğin tesellisi üzerine çöksün istedi. Ama öyle bir şeyin olmadığını biliyordu. Yatağına uzandı ve kâbuslarla dolu kısa uykusunda kendini kaybetti.


Sabahın ilk ışıklarında hanı terk etti. Kar yağışı durmuştu. Silik güneş ışığı bulutların arasından sızıp yerdeki kardan yansıyordu. Elric koyu kahverengi kış pelerinine sarınmıştı. Rüzgar arkasından esiyor, yerden kaldırdığı kar tanelerini ileriye savuruyordu. Kapüşonunu örtmüş adam, biraz kambur yürüyordu. Karlı havadan hafif keyif alıyor gibiydi ama aklı başka yerlerdeydi.


Kuzeydoğuya gitmeye karar verdi. Troos Ormanın’ın ucundan geçecekti. Karla kaplı orman manzarasını görmek istedi; bunun kendisine anlamsız bir huzur vereceğini düşünüyordu. Oradan da Ilmiora’ya çıkacak ve omuzları karla ağırlaşmış dağların eteklerinde ve zirvelerinin soğuk gölgelerinde dolanacaktı. Ama dağların ardında, çölün ötesinde yatan Tanelorn’a gitmeye niyeti yoktu. Orada aradığı huzuru bulamamıştı. Melankoliyle yanan adam, doğanın kasvetinde az bir huzur bulabiliyordu. Küçük arkadaşı Moonglum’un kendi meseleleri için kısa süreliğine ayrılmasıyla yalnız başına dolaşıyordu ve bulmayı umduğu huzuru ancak yalnız tadabilirdi.


Ağır botları karın üzerinde hışırdayarak ilerledi. Soğuk hava ciğerlerini yakıyor, gözlerini yaşlandırıyordu. Yine de keyfi yolculuğundan vazgeçecek değildi. Çok geçmeden gerisinde başka bir çift botun sesini duydu. Arkasına baktı ve Ithsakorr’un koşarak geldiğini gördü. Elric beklemedi ve yürümeye devam etti.


“Prens Elric...” dedi yetişen Ithsakorr. Albinoya yetişmek için sarf ettiği çaba yüzünden yorulmuşa hiç benzemiyordu. “Ansızın ayrıldınız. Bırakın da bu soğuk kış sabahında sizinle biraz yürüyeyim.”


Elric ses çıkarmadı. Bunu tamam olarak algılayan Ithsakorr, Elric’le Karlaak’ın dar sokaklarında bir saat kadar hiç konuşmadan yürüdü. Şehirden çıkıp beyaz tepelere adım attılar.


“Mesele ödülse, ödül alacaksınız, Prens Elric.” dedi sonunda Ithsakorr. “Halkımın sahip olduğu her şey size kalabilir.” Elric dalgınlık içinde, adamın aksanının farklı olduğunu fark etti; sanki ortak dili sonradan öğrenmiş gibi konuşuyordu.


“Bakın bayım...” dedi albino pamuk öbeklerine benzer yumuşak kar yığınıyla kaplı bir tepeyi zorlukla nefes alarak tırmanırken. “Bende umut aramayınız. Kılıcım da ise hiç aramayınız. Şu an yanımda yürümeniz bile sizi tehlikeye sokuyor, çünkü düşmanlarım çoktur ve ne zaman ortaya çıkacakları bilinmez.”


“Prens Elric, anlamıyorsunuz. Bize farklı boyutlarda savaşmış insanlar yardım edebilir... Aslında, sadece siz yardım edebilirsiniz.”


Elric, kızıl gözlerini Ithsakorr’a dikti. “Meselenizin ne olduğunu hala sormadım, gezgin Ithsakorr. Anlatacaklarınızın da hoşuma gideceğini zannetmiyorum.”


İki adam kuzey batıya yol alırken gece çöktü. Ne kar yağıyor ne de rüzgâr esiyordu ama hava sertleşmiş, buzdan bir kırbaç olmuştu. Elric kamp yapmak için bir tepe dibini seçti. Taşlık bir girintiye iliştiler ve orada ateş yaktılar. “Soğuk pek dert olmayacak. Ateş gür yanıyor.” dedi Ithsakorr. Elric’in narin bedeni titriyordu ama sonra o da ateşin sıcaklığıyla gevşedi.


Yemek yediler.


Ithsakorr, kara kılıcını çözüp yanına uzanmış, ateşin diğer tarafındaki Elric’e baktı. Rahatsızca kıpırdandı. “Eminim...” dedi, bir giriş yapmakta zorlandığı besbelli olarak. “Bizim hakkımızda büyük kütüphanelerinizin sayısız kitaplarından birinde bir şeyler okumuşsunuzdur.”


Elric’in aklına imparatorluğun kütüphanesinde geçirdiği zamanlar geldi. Lanetli addedilen, hasta bir çocuk olarak kendini kitaplara vermiş, binlerce kitapta teselli bulmuştu. O loş salonlarda bulduğu tek şey teselli değildi elbette; melankolik kişiliği devasa rafların arasında, gotik şamdanların ve yılgın kitap kokularının eşliğinde şekillenmişti. “Melnibone’un kütüphaneleri büyüktü ve irfan doluydu.” dedi aklı hala geçmişin pasajındayken.


Bir süre bekleyen Ithsakorr “Irkım hakkında.” dedi. “Bizim gezgin olduğumuz doğru, Prens Elric. Ama bu dünyanın ve ölümlü insanlarının anladığı şekilde gezginler değiliz… Düzlemyürüyücüler hakkında duymuşsunuzdur sanırım?”


Elric hafifçe kıpırdandı ve Ithsakorr’a baktı. “Eski kitaplardan birinde onlar hakkında okumuştum. Eski zamanlardı ve pek hatırlamıyorum. Göçebe bir ırk. Boyutlar arasında göçebe olarak yaşıyorlar ve değişik dünyalarda konaklıyorlar. Silik bir efsane olduğunu zannederdim...”


“Öyle zannetmenizi yadırgayamam, Prens Elric. Ama henüz bir efsane değil. Sizin yardımınıza da bu yüzden ihtiyacım var; silik bir efsane olmamak için. Ben, Düzlemyürüyücü Ithsakorr, halkım adına sizden yardım diliyorum.”


Elric hastalıklı ciğerlerine derin bir nefes çekti ve cevap vermedi. Şüphesiz ilginç bir keşif olmuştu bu. Melnibone kütüphanesinde bile efsane olarak kabul edilmiş bir ırkın mensubu kendisini bulmuş, yardım istiyordu. Demek ki Düzlemyürüyücüler’in son göç ettiği dünya kendi dünyasıydı. Bir tepki vermemesi, Ithsakorr’u anlatacaklarında tereddüde sokuyor olmalıydı. Yardım teklifini kabul etmeyecekse, belli ki gezgin adam her şeyi anlatmayacaktı.


Ama nasıl kabul etseydi ki? Melnibone’lu Elric’in yardım teşebbüsleri ve arkadaşlıkları, genelde yıkımla ve felaketle sonuçlanırdı. Kısa süre önce Kaos Lordu Arioch kendisiyle konuşmuştu. Büyük bir tehlike kozmik yatağından çıktı ve bir süredir serbest dolaşıyor. Yüce Dünyaların Lordları bu işe karışmak istemiyor. Belli nedenler ve başka önemli meseleler var. Ama sadık hizmetkârlarımız buna son verebilir. Ah Elric, Yeşim Adam’ı R’lin K’ren A’a’dan sürmeyecektin. Onun bekçiliğinden yoksun, Daha Üst Dünyalara açık hale geldi burası. Bu yüzden de, sözünü ettiğim tehlike şimdi senin bulunduğun dünyaya geliyor. Benim en tatlı –ve de en inatçı- hizmetkârım, niye diye sorma ama bu tehlike seni arıyor ve bulacak da. Onunla savaşmalısın, Elric. Onu sürmelisin ve ya daha da iyisi, yok etmelisin. Birçok şey sana bağlı. Bu tehlike anlayabildiğin evrenin akordunu o kadar çok bozdu ki, çaresine bakılmadan senin dünyana giriş yapamayacağım...


Elric, lordu Arioch’un sesindeki endişeyi sezmişti. Ve yine kaderin isteksiz maşası haline gelmişti. Yapabileceği hiçbir şey yoktu; bekleyecek ve yüzleşecekti. Sözü edilen tehdit Cehennem Dükleri’nin en kudretlilerinden birinin sesini titretiyorsa, Elric bu meseleye öncelik verecekti.


Şafak, Elric’in karamsarlığını ve bezginliğini azıcık olsun dağıtmadan geldiğinde kamp yerinden ayrılıp yola devam ettiler. Albino, Düzlemyürüyücü’nün yardım isteğine hala cevap vermemişti...




Hiç yorum yok:

Kuşlar Nerede Ölürse

Rıhtım rüzgarında iki yeni şiir eşliğinde yeni bir hikaye savruluyor.

Kuşlar Nerede Ölürse, ve rıhtım sessizliğe bürünüyor.

Ekim 2007

Rıhtımda Yabancı

...Yabancının ayak sesleri bu uzak, unutulmuş rıhtımın taşlarında yankılanıyor. Yabancı yalnız. Soğuk havayı soluyor, tütün dumanı gibi çekiyor ciğerlerine derin derin. Rıhtım ışıkları sırayla dizilmişler, donukça yanıyorlar, seyretmek keder veriyor. Deniz bezgince ıssız iskelenin ayaklarını okşuyor. Katran renkli ahşap gıcırdıyor. Yabancı iskelenin ucunda, kıpırtısız. Rüzgar uğulduyor.

Berrak ve serin gecelerde ve puslu öğlenlerde ben de durdum orada. Denizden esen rüzgarı içime çektim, kahverengi bir sobanın ısıttığı rıhtım kahvesinden gelen kahve kokusu eşlik etti rüzgara. Deniz ötelere uzanıyordu. Cezbedici, kederli, durgun deniz... Başka nerede, nereye bakarken hayal kurabilirdim ki?

Şimdi yabancı duruyor iskelenin ucunda. Kara Hayal Rıhtımı'nda, denizin bir zamanlar bana fısıldamış olduğu hikayelerle beraber, ve tamamen tek başına...

***


Kara Hayal Rıhtımı'nın, bu kişisel hikaye ve şiir sitesinin beğenilmesi dileğiyle...


A. Erman Kulunyar

Şubat 2007

Sitede bulunan tüm yazıların ve resimlerin hakları sahiplerine aittir, çalan çırpan hunharca lanetlenecektir. Yazıları en iyi niyetlerimle sunsam da elimden gelenin en iyisi kesinlikle bu değildir. Hikayeleri istediğiniz şekilde bilgisayarınıza indirebilir, word’de daha okunaklı bir hale sokabilirsiniz.