4.
İki yolcu rüzgârla uçuşan yumuşacık kristal perdelerinin içinde yürüyordu. Kar taneciklerinin oluşturduğu perdeler, karanlık bir kalenin en yüksek ve en ücra penceresinden hayaletimsi hareketlerle salınıyormuş gibi tüyler ürperticiydi. Anaforlar halinde her yerdeydi ve bulutların soğurduğu güneş ışığını güçlü bir sisin yapacağı gibi daha da soluklaştırıyordu. Beyaz tülü oluşturan tanecikler rüzgârın yerden topladıklarıydı. Fırtına, kar yağışının kesilip kesilmemesi arasındaki farkı yok etmişti; kesilmiş olmasına rağmen.
Yolculardan biri uzun boyluydu. Koyu kahverengi bir kış pelerini, ince vücudunu bir cübbe gibi sarıyordu. Pelerinin kapüşonu örtülüydü. Sırtına inen süt beyazı saçlarından bir tutam fırlamış, omzunun önünde savruluyordu. Yüzüne kamçılanan kar taneleri yüzünden kızıl gözleri kısıktı. Kemik beyazı suratına hayıflanan bir ifade yerleşmişti. İnce dudaklarını bükmüş, ırkının özelliği olan çıkık elmacık kemiklerini belirginleştirmişti. Narin bedenini, zarifçe rötuşlanmış, kızıl-sarı bir aslan postu sımsıcak kaplamıştı. Postun altında, geniş yakalı eflatunumsu siyahlıkta bir deri gömlek ve yine deriden simsiyah bir pantolon vardı. Karın içine batan botları dizinin altında bitiyor, tepelerindeki gri yün sarmaşıkları, üstünden su ya da kar girmesini engelliyordu. Uzun boylu adam, sırtında küçük bir çıkın taşıyordu. Ve çıkının yanında, upuzun, korkunç görünen çift elli bir kılıç kahverengi kınının içinde adamın her adımıyla sallanıyordu.
Bu Melnibone’lu Elric: vakur, pişman ve umuda inancını yitirmiş kahraman, Fırtınayaratan’ın sahibi; Kadınöldüren, dost katleden, ihanet eden ve ihanet edilen albino prens; ama Melnibone imparatorlarının asla sahip olmadığı bir şeye sahip: vicdana. Genç Krallıklar’da dolaşıyor ve kaderini isteksizce yerine getiriyor.
Diğer yolcu ise biraz daha kısaydı. Geniş omuzlarını ve güçlü kollarını siyah bir kürk örtüyordu. İncecik gözlerinin altına kadar koyu lacivert bir şal güzel yüzünü sarmalıyor, yine aynı renkte V şeklinde bir şapka, adamın kısa saçlarının üzerinde rüzgara karşı direniyordu. Gece rengi pelerini arkasında uçuşuyordu. Adam, yoldaşına göre karda daha rahat yürüyordu; hafif ama kalın botları kara fazla gömülmüyordu. Arada sırada tek eli havaya kalkıp şalını düzeltiyor, şapkasının, kulaklarını tekrar örtmesini sağlıyordu. Görünürde hiçbir silah taşımıyordu. Soğuğa ve rüzgâra karşı dimdik yürüyordu; titremeden ve üşümeden: gerçek bir gezgin gibi.
Bu Düzlemyürüyücü Ithsakorr: soyu tükenmek üzere olan, boyutlarda göçebe olarak yaşayan nadide bir ırkın umut arayıcısı. Çevreyle olan uyumu doğuştan geliyor; boyutların dokularını arşınlayabilen bir ırk, en büyük gezginlerdendir. Nice yeteneğin ve nice boyutun sırrını elinde tutuyor ama umudu, onu çoktan kaybetmiş birinde arıyor.
“Prens Elric, sığınacak bir yer bulamazsak ya kar ile boğulacağız ya da rüzgar derimizi yüzecek!” diye bağırdı Ithsakorr rüzgarın uğultusunu bastırmaya çalışarak.
Elric Ithsakorr’a baktı. Adamın vücudu, rengi karın sade beyazıyla örtülmüş kürkünün içinde titremiyordu; kendisinden daha iyi dayandığı halde durumdan yakınmıştı. “Biliyorum. Ama bu ıssızlığın ortasında gidebileceğimiz bir yer olduğunu sanmıyorum.” Huzuru aramaya çıktığı yolculukta, hiç de doğal olmayan bir kar fırtınasına yeniliyordu. Karlaak’ın sıcak hanlarında kalmadığına yavaş yavaş pişman olmaya başlamıştı.
“Buralarda böylesine kar fırtınalarının çıktığını hiç duymamıştım!” diye bağırdı Düzlemyürüyücü, Elric’in düşüncelerini dile getirerek. “Ve şu an kar yağmıyor bile!” diye ekledi.
Az eğimli bir tepeyi indiler, etrafta bir ağaç bile yoktu; varsa bile görebildikleri bir yerde değildi. Sonra kısa bir yürüyüşün ardından başka bir tepeyi tırmanmaya koyuldular. Kar ayaklarının altından yığınlar halinde kayıyor, rüzgârla birleşip ne aksilik varsa çıkartıyordu. Fırtına yüzünden ilk bakışta sonsuz gözüken tepeyi aştılar ve yamaçtan aşağı düşe kalka cüce bir vadiye indiler. Kıraç vadi rüzgârın çığlık vokalını daha az işittiğinden olacak, uğultunun tınısı tenorlaşmıştı. Görüş mesafesinin birkaç metre olduğu koyu gri ışıklı yerde kar taneleri şarkıya eşlik edercesine delicesine uçuşuyor, pelerinlerinin etekleri ise doğanın kaçık konserini coşkuyla alkışlarcasına kamçılanıyordu. Kar nedensiz bir hiddetle, gözükmeyen gökten aşağıya, tekrar yağmaya başlamıştı.
Elric etrafına bakındıkça rüzgarın artan uğultusunun ne anlatmak istediğini anladı. Yalnız olduğunu. Ithsakorr’u hiçbir yerde göremiyordu. Nefesini toplayıp seslendi ama cevap yoktu. Tekrar bağırdı; haykırışı rüzgara karışıp uğuldamaya dönüştü. Beyaz kurt uludu. Karşılık alamayınca kara kılıcını sırtından çözdü ve sağ eline aldı. Kılıcı elinde, fırtınanın içinde temkinlice ilerledi. “Ithsakorr!” diye bağırdı ve yine cevap alamadı. Birkaç dakika etrafta dolaştı; eli sarkmış, kılıcı ardında kara sürtürenek geliyordu. Tutkulu tipi Ithsakorr’u bir şekilde sarmalayıp yutmuş, Düzlemyürüyücü adam gri ve beyaz perdelerin arasında yitip gitmişti. “Kader yine neler getiriyor?” diye uluyan Elric, Fırtınayaratan’la havayı hınçla yardı ve kılıcı önünde belirsiz bir noktaya doğrulttu. “Neler getiriyor?” diye bağırdı.
Tam o anda, kılıcın gösterdiği yönde kar fırtınası yanlara doğru açıldı ve donuk bir ışıkla parıldayan bir ev ortaya çıktı. Elric evin etrafında gecenin hükmünü fark etti ve kendi çevresine bakarken, solgun gri günün de karanlığa döngüsünü tamamlamış olduğunu. Evden yayılan ışık sıcak ve çekici gelmişti. Elric eve doğru ilerlerken Fırtınayaratan’ı kınına bilinçsizce geri koydu. Ahşap ev iki katlıydı, yaprakları bembeyaz karlarla kaplı upuzun çam ağaçlarının altında huzurluca uzanmıştı. Evin çatısında garip bir şekilde fazla kar birikmemişti. Çam ağaçlarının yukarısında, boğuk bir sisle lekelenmiş gökyüzündeki ay, ıslanmış bir yağlı boya resminin bir parçası gibiydi. Alt katta, cephe boyunca uzanan, üst katla birleşen çitlerle setlenmiş bir veranda vardı. Elric verandaya girdi, ahşabı çizmesinin altında hissetti. Yarı oval kapıdaki küçük delikten dışarıya sarı bir ışıltı taşıyordu. Albino içeriye bakmaya çalıştı ama hiçbir şey göremedi; onun yerine ışık Elric’in gözlerine aktı ve albino prensin içine özlemini duyduğu buruk bir teselli yayıldı.
Kapıyı yavaşça itti ve o da direnmeden açıldı. Küçük bir hol, ışığın evin dışında parladığından daha loş olduğu geniş bir salona açıldı. Uzak köşede harlanarak yanan bir şömine vardı. Elric buna oldukça sevindi. İçinde bulunduğu yerin verdiği garip rahatlama hissiyle, omuzları çökük vaziyette şömineye doğru yürüdü. Kırmızı halılar ayak seslerini emiyordu. Masaların arasından ve barın yanından geçti. Ateşin biraz uzağında, tütün rengi çerçeveli bir camın önünde birinin oturduğunu gördü. Ithsakorr’du. Elric adamın gülümsediğini gördü.
“Ah, demek siz de buldunuz, Prens Elric. Yaklaşın ve ateşin yakınına oturun. İçkilerimiz de şimdi gelir.”
Elric de gülümsedi. Yoktan var olan, hem de tam ihtiyaç duyulduğu anda var olan bu güzel yer karşısında gülümsemekten başka bir şey yapılamazdı. Ithsakorr’un karşısına otururken “Bu metruk diyarda bir han olduğunu hiç tahmin etmezdim.” dedi.
“Evet, çok güzel bir rastlantı.” dedi Ithsakorr rahatlamış bir ses tonuyla. “Neredeyse fırtınaya yenilecektik.” Yüzü ciddileşti. “Sizi bir an için kaybettim. Bağırdıklarımı rüzgâr uzaklara sürükledi. Sonra burayı gördüm.”
“Garip.” demekle yetindi Elric. Pelerininden ve postundan kurtuldu ve üzerinde sadece normal giysileri varken ateşin tadını çıkardı. Pencereden dışarıya baktı. Kar fırtınası dağılmıştı ve saydamlığını yukarılarda kaybeden bir sis süzülüyordu. Ay kaybolmuştu. Elric ağaçların ötesini göremiyordu. Güzel bir gece düşmüştü etraflarına; çok hafif kar yağıyor, rüzgâr esmiyordu. Neredeyse huzurluydu. “Sanırım…” dedi Elric derin bir nefes çekerek, “Ayrılmamız gerekecek. Tanrılar henüz bu kadar merhametleşmedi. Bir tuzağın içindeyiz…”
“Lord Elric, lütfen biraz kuruntuda saklanalım. Güveninizi istiyorum…”
Derken barın arkasından, isli ışık kıvrımlarının taştığı bir odadan bir kadın çıktı. Loşlukta siyaha çalan kırmızı bir elbise giymişti. Saçları uzun ve dalgalıydı. Öyle güzel ve zarifti ki Elric trajediyle mürekkeplenmiş andaçların içinde yitti. Kadın yaklaştıkça, nefes alıp verişi keskinleşti.
Altın bir tepside iki kadeh sıcak kırmızı şarap sundu kadın. Elric, kadının alımlı suratına elinden geldiğince az baktı. Kızıl saçları durgun bir şelale gibi omuzlarından aşağı iniyor, yeşil gözleri loş odaya ışık saçıyordu. “Lordum.” dedi berrak bir sesle, ama ses Elric’in anılarında yankı bulmuş, kılıcının ucunda can veren sevdiği kadının sesine dönüşmüş, Elric diyordu. Elric. Albino prens şarap kadehini aldı ve “Minnettarım, leydim.” diyebildi. Kadın Ithsakorr’a döndü. Elric, Ithsakorr’un gözlerinde derin bir hüzün sezdi. Yetersizlik, çaresizlik; sevgi…“Teşekkür ederim, leydim. Çok naziksiniz.” dedi Düzlemyürüyücü. Kadın küçük bir an için bir şey söylemeden bekledi. Dudakları ince, anlayış dolu bir gülümseme ile hafifçe büküldü. Kadın, Elric’e bin kat daha güzel gözüktü. Ve zarafet dolu bir hareketle dönüp uzaklaştı, uzak ve güzel anılardan çıkan bir düş hayaleti gibi yitti; kadının yürüdüğü yerde ışıklar daha da silikleşti ve kadın sonunda kayboldu.
Bir süre konuşmadan oturdular. Şöminede çatırdıyan odunlar, ara sıra esen bir rüzgârın uğultusu, ahşap evin seyrek inlemeleri. Elric öksürdü. Kendini halsiz hissediyordu, güçsüz ve bitkin. Dudakları kanlandı. “Son zamanlarda” dedi ciğerlerini acıtan bir nefes alarak, “Güçsüz düştüm. Kılıcım... Ben...” Elric duraksadı, söyleyecekleri boğazında tıkanmıştı. Kırmızılar içindeki kadın aklına geldi. Kılıcının ucunda can veren, sevdiği kadın… “İlaçlarıma ihtiyacım var. Ancak ilaçlar sayesinde düzgün yaşayabilirim ya da… kılıç ve büyü sayesinde...”
“Anlıyorum, Prens Elric. Malesef hayatın böyle acımasız yanları var. Bazılarından kurtulamıyoruz, kurtulduklarımıza ise büyük bedeller ödüyoruz.”
Elric Fırtınayaratan’a baktı. “Sözlerinizdeki iyi niyeti anlıyorum, Düzlemyürüyücü Ithsakorr, ama kimsenin acımasına ihtiyacım yok.”
Ithsakorr kısa bir sessizlikten sonra “Umarım bu huzurlu yer sıkıntılarınıza biraz olsun iyi gelir. Şimdiden gevşediğimi hissedebiliyorum.” dedi. “Fırtınadan kurtulduk, bayım. Bir han için oldukça güzel döşenmiş bir yerdeyiz, şöminenin başında oturuyoruz ve oldukça lezzetli şaraplarımızı yudumluyoruz.” Ithsakorr yine gülümsedi. “Ve karşımda destansı maceralara atılmış bir prens oturuyor.”
Elric nefes vererek kısaca güldü. Şaraptan aldığı birkaç yudum oldukça iyi gelmişti. Ciğerlerindeki hırlama çözülmüş, şarabın hoş avuntusuna kendini bırakmıştı. “Destanlar trajedi, prensliğimin kenti ise yıkık.” dedi albino melankoliyle.
Şarap güzeldi. Kısa bir süre sonra bar tarafından mükemmel kokular gelmeye başladı. Barın arkasındaki bir odada küçük bir mutfak buldular. Masanın üzerinde dumanı tüten tabaklarca leziz yemek ve birkaç testi şarap vardı. Etrafta kimse yoktu. Masanın üzerindekileri salona taşıdılar ve orada sohbet ederek yemek yediler. Elric melankolik düşüncelerinden sıyrılmıştı, belki şarap yüzündendi, belki de mekanın kendisinden. Hanın kapısından ışığa doğru bakarken olduğu gibi, içini buruk bir teselli yıkadı. Bir saat daha oturdular. Sonra yukarı kata çıktılar ve kendileri için hazırlanmış, güzel kokular içindeki iki oda buldular. Elric zorlanmadan uykuya daldı, uykusu uzun aradan sonra kabussuz ve pürüzsüzdü.
Sabahleyin handan ayrılışları, hana gelişleri kadar garip oldu. Çam ağaçlarının altından, etrafı çevreleyen sisin içine yürüdüler. Elric arkasına baktı ve sisin ahşap binanın üzerine kapandığını gördü. Yalnız han artık gözükmüyordu.
“Hayır, tam olarak sizin dünyanızda yaşamıyoruz.” dedi Ithsakorr. Bulutların ardındaki güneş gök kubbenin ortasına tırmanmıştı. Gecenin dokunuşunu çekmesiyle hava biraz yumuşamıştı, rüzgâr ise kesik kesik ve etkisiz esiyordu. Çok hafif kar yağıyordu. “Bu boyutun paralel bir düzlemindeyiz. Bizler boyut gezginleriyiz, dünya gezginleri değil. Yerleştiğimiz boyuta bağlı üst düzlemlerin birinde konaklarız, insanların ulaşamayacağı o yer göçebe yaşayan bir ırkın tam da istediği türden bir diyardır: verimli ve diğer insanlardan uzak, adaya benzer bir ev.”
“Sizi boyutlardan süren nedir?” diye sordu Elric. Kendini oldukça dinç hissediyordu, sihirli bitkisel ilaç gereksinimini neredeyse unutmuştu.
“Bir kavim niye göç ederse biz de o yüzden göç ederiz. İçimizdeki dindirilmez yolculuk hissi. Verimsizlik. Kaldığımız yer ile besleniriz. O boyutun özünden soğururuz. Ama sizi temin ederim ki Prens Elric, karışıklı bir ilişkidir bu.” Ithsakorr güldü. “En bilgelerimiz göçün doğasını bilirlerdi; ama onlar da tükenip gittiler. Denir ki, boyutlar arası göçte, yıldızlar ve boyutlar arasında mekik dokurken uzaya ve zamana yaptığımız sürtünmede açığa çıkan enerji bizim özümüzü oluşturur. O enerji olmadan var olamayız. Kronik göçleri olmadan, Düzlemyürüyücüler’in hepsi ölür...”
“Ve bana önceden sözünü ettiğin Gardiyan da bunu engelliyor. Onunla savaşamaz mısınız?”
“Sizin yardımınız olmadan, imkansız. Gardiyan’ı siz olmadan yenemeyiz; çünkü bizim yapımız onunla savaşmak için uygun değil.”
“Bu Gardiyan tam olarak neye benziyor?”
“Bunu... Sizin kendi gözlerinizle görmeniz lazım. Üzgünüm, Lord Elric, ama size bu konu hakkında fazla bir şey söyleyemem. Bu boyuttan göç etmemizi engelleyen Gardiyan’la savaşımızda yer almanızı rica etmekten başka bir şey elimden gelmiyor. Size ödül olarak çok değerli şeyler sunamayabilirim: halkımın geride bıraktığı eşyalar, kütüphanelerinizde olmayan bilgiler ve belki de en önemlisi, minnettarlığımız.”
Elric cevap vermedi. Ödül ile ilgilenmiyordu. Hele maddi ödülle hiç; Elwher’li Moonglum bu durumdan sık sık şikâyetçi olurdu. Elric’in aklını başka konular kurcalıyordu. “Başka bir nedeniniz daha var.” dedi öylesine, düşüncelerini dağıtmak için.
Ithsakorr kafa salladı. Kar yüzünden derinliği çarpıtılmış bir çukurdan ustaca atlarken konuştu. “Elric, bayım, bunu sizden saklamayacağım. Bu dünyadan göç etmeliyiz çünkü burayı bekleyen kader, en derin kabuslara ait. Ve beraberinde tüm bağlı düzlemleri de etkileyecek.”
Elric cevap vermeden önce eski bir düş kafasının içinde rezonans yaptı. Sisli bir gemide, kör bir kaptanın, dünyanın kaderini belirleyecek büyük bir savaştan söz etmesi... Omuz silkti ve homurdandı. “Melnibone’lu Elric’i bekleyen sadece kabuslardır zaten.”
Yağışın oldukça hızlandığı bir anda Elric ileriden sesler duydu. Kar yüzünden önlerini çok az görebiliyorlardı. Sesler düzensizdi ve hızla yaklaşıyordu.
“İleriden iki kişi yaklaşıyor” dedi Elric, durmuş, gözlerini kısmış, karın içinden yaklaşanları sezmeye çalışıyordu.
“İnsan olduklarını sanmıyorum, Lord Elric. Her birinden dört ayak sesi çıkıyor. Ama düzenli olarak yere basmıyorlar...”
Elric, Fırtınayaratan’ı sırtındaki kınından sıyırdı. Kılıç şükran dolu bir mırıldanma koy verdi; kınından kan ve ruhlar için uzun süredir çıkarılmayışı rahatsızlık vermiş gibiydi. Elric kılıcı gevşekçe ama hazır olarak, yere yakın tuttu. Ayak sesleri tam önlerindeydi, giderek yakınlaşıyordu ama görünürde bir şey yoktu. Elric tedirginliğini tam dile getirecekti ki garip seslerin sahipleri ortaya çıktı. Albino, kılıcını şaşırtıcı bir hızla yukarı savurdu ve kılıcın ucu geniş bir yay çizerek kalktı. Hasmı, ortaya çıktığı gibi kayboldu. Elric rün kılıcını olduğu yerde, başının üzerinde tuttu. Gözleriyle Ithsakorr’u aradı. Düzlemyürüyücü, daha önce taşımadığı bir silahı hazır tutmuş bekliyordu.
Elric karışık veremeden, arkasında hissettiği şeye döndü. Daha dönerken, çift elli kılıcı başının üzerinde döndürüp savurdu. Yaratık bu hızlı hamle karşısında belki de başka bir düzleme sızacak dikkati toplayamamıştı; yine de dört bacağını gerip geriye sıçrayarak kaçabildi. Elric hasmını şimdi bütünüyle görebiliyordu.
Dört bacağa sahip şekilsiz vücut kömür rengindeydi ama karanlığın derininde tüm renkler bulamaç olmuş, yüzeye çıkmak istermiş gibi çırpınıyorlardı. Yaratığın siyah derisinde uzaklara giden bir perspektif vardı. Yaratık, böceğimsi uzun arka bacaklarının üzerinde yükseldi, kılıç gibi kıskaçlara sahip ön bacakları –bir bakıma kol da denilebilirdi- seğiriyordu. Elric yaratığın yüzüne baktı ve orada gördüğü şeyden etkilendi ve etkilendiği şeyden tiksindi. Yaratığın yüzü böceğimsi bir iğrençlik taşımıyordu. Şekilliydi, küçük bir burun ve köpüklü bir ağıza sahipti. Çok hasta bir insanın deforme olmuş kafası gibiydi. Ama gözleri... Elric gözlerde bilincin ışığını gördü; ışık o kadar keskindi ki Elric yaratığın akıllı olduğunu, konuşabileceğini ve mantıklı düşüncelere sahip olabileceğini anladı. Böcek-insan, vücudundaki tüm saldırgan tavra karşılık, Elric’e sakin sakin bakıyordu.
Elric öfkeyle ileri atıldı, Fırtınayaratan savruldu, yaratık havaya karıştı: yere bir kıskaç düştü. Elric uzaklardan acı ve nefret dolu bir uluma duydu, ses görünürde hiçbir yerden gelmiyordu. Albino kahkaha attı. Yaratığın diğer düzlemdeki çığlıklarının izdüşümü son yankılarını bulurken, kapüşonu düşmüş, beyaz saçları karları savuran fırtına gibi dalgalanan Elric zevkle ve nefretle kahkaha attı. Kılıçtan bedenine akan hafif güç hoşuna gitmişti.
Ithsakorr antik silahıyla görünmez düşmanına karşı savaşıyordu. Silah uzak bir boyuta ait, metalden daha sert bir ağaçtan oyulmuş uzun bir sopa ve sopanın iki ucuna takılmış geniş bıçaklardan oluşuyordu. Düzlemyürüyücü silahını hiç durmadan çeviriyor ve kendi etrafında dönüyordu. Kahverengi ve parlak gri renkli hortum ıslık çalarak dönüyordu.
Bir için büyük bir sessizlik çöktü, Ithsakorr’un silahının ölüm ıslığı dışında ses yoktu, rüzgâr çam ağaçlarını hışırdatmadan sallıyor, lapa lapa düşen kar Elric’in beyaz saçlarına usulca yapışıyordu. Ve albinonun hasmı tekrar ortaya çıktı.
Elric Fırtınayaratan’ı aşağıdan savurdu, darbe kesinlikle yaratığa ulaşacaktı ve ulaştı da… ve kıskacın üst kısmından sekti. Minik bir kıvılcım çaktı. Albino geri çekilmeden hızla yukarı hamletti. Kıskaç da hamleyle yarıştı ve kılıcın eniyle yukarıda buluştu. Ayrılmadılar. Elric ittirdi, yaratık ittirdi ve Fırtınayaratan ile metalik kıskaç kıvılcımlar içinde güreştiler. Elric yaratığın gözlerindeki nefreti gördü. Derken ayrıldılar, Elric sağ tarafından kendi ekseninde döndü ve momentinin kuvvetiyle, sol elinden yoksun kılıcı yere yatay savurdu. Yaratık atik bir geri sıçramayla kurtuldu.
Elric bu arayı derin bir soluk çekmek için kullandı. Fırtınayaratan’ı tekrar iki eliyle kavramış, dirseklerini büküp kılıcı yan tarafında, ucu hasmını gösterecek şekilde tutmuştu. Öne atıldı ama yaratık, tekinin kıskacı kopmuş dört böceğimsi bacağını kara batırdı, gerdi ve sıçradı. Elric’in üzerinden aştı, Fırtınayaratan’ın ucu yaratığın havada çizdiği yayı izledi. Elric beklemedi ve koştu. Kılıcı başının üzerinden çevirip ileriye salladı ve… yaratığın menzile giren bacaklarını doğradı. Böcek-insan ulurken kayboldu ve geriye mide bulandırıcı sesin yankısı kaldı.
Elric’in içine daha önce tatmamış olduğu bir güç aktı. Fırtınayaratan donukça mırıldandı, tatsız ruhla beslenirken hafifçe söylendi ama sonuna kadar içti. Yaratıktan gelen güç yeterli olsa da Elric için keyif kaçırıcıydı ve de tuhaf bir şekilde karanlıktı. Fırtınayaratan işini bitirdiğinde donuk renkli rünleri sessizliğe büründü.
“İşte…” dedi canı sıkkın albino, “Kılıcım Fırtınayaratan ruhları böyle içer, Düzlemyürüyücü Ithsakorr.” Elric yaratıktan öteye döndü, kapüşonunu örttü. “Çaldığım güç gerekli olsa da, onu tatmak istemezdim. Sanırım lordum Arioch’un kehaneti gerçekleşiyor. Bakalım yol önümüze neler getirecek…”
İki yolcu aniden durgunlaşan gökyüzünün altında yürüdü. Ne rüzgarın kısık mırıldanması, ne de karın bezgince yağması adamları rahatlattı. Havanın uğursuzluğu daha uğursuz başka bir neden yüzünden dinmişti.
Akşamüstü Troos Ormanı’nın kıyısına vardılar. Alçak bir tepe önlerinde yükseldi. Tepenin zirvesinde uzanan ovanın ucunda orman başlıyor, yüksek ama eğri büğrü; capcanlı ama solgun ağaçlar, gecenin gökyüzündekinden önce düştüğü bir diyara uzanıyorlardı. Ağaçların altında tek bir figür kıpırtısızca durmuş, yaklaşan iki yolcuyu seyrediyordu.
Elric ve Ithsakorr, tepenin başındaki adamı aynı anda gördüler. Elric yürümeyi kesip olduğu yerde kalınca Ithsakorr da bekledi. Düzlem gezgini, albinonun suratına baktı; Elric gözlerini kısmış, ağaçların altındaki adama bakıyordu. Ithsakorr o ifadede hoşlanmadığı bir şeyler sezdi. “Lord Elric?” diye sordu.
Elric cevap vermedi. Orman tarafında bir kıpırtı oldu, sanki ağaçlar hareketlenmişti. Ithsakorr o tarafa baktı ve yalnız adamın tepeyi yavaşça inmekte olduğunu gördü. Zaman çok yavaş geçiyordu, ya da çok hızlı. Adam tepenin başında, aniden ortasında ve birden önlerinde beliriverdi. Ama Ithsakorr adamın yürüdüğünü görmüştü.
Albino, adamın suratını göremiyordu. Cübbeli bir kıyafet giymiş adamın başlığı kafasındaydı ve yüzü zifir bir geceyle örtülmüştü. Solan gökyüzünün altında, cübbe başlığının siyah deliğine, o karanlık yüze bakmak Elric’i tedirgin etti. Öğlenki dövüşün izleri tazeydi ve albino, silahsız adamın saldıran yaratıkların efendisi olabileceğini, hatta kehanetin başrolünü üslenebileceğini düşündü.
Adam ikiliyi karanlık yüzüyle bir süre seyretti ve dalga dalga çıkan, etkili bir ses aynı karanlıktan yayıldı. “İyi akşamlar dilerim, yolcular. Bu ıssız ormana bu kadar yaklaşan insanların olacağını tahmin etmezdim. Hele gece çökünce, ancak en cesurları belki de...”
“İyi akşamlar, bayım. Bu ağaçlardan korkmuyorum. Aslına bakarsanız gecenin dokunuşu burayı daha çekilir kılabilir. Şimdi, söyleyeceğiniz önemli şeyler yoksa yolumuza devam etmek istiyoruz.”
“Yolunuz konuşacaklarımızdan önemliyse devam edin, yolcular. Gayeniz uluysa ve geride bıraktıklarınıza değiyorsa…”
“Her türlü amacın eylemi ulu ya da alçakça olabilir. Bu, kişinin elinde olamaz.”
“Ben ise tam tersini düşünüyorum; her eylem bilinçlidir ve amacı onurlandırır. İyi ya da kötü. Ve zaten, iyi ve kötü kavramları yaşayan tarihin en öznel kavramları değil midir?”
“Öyleyse, gayem ulu ve ya değil, fark etmez…”
“Onurlandırmak, iyi-kötü kavramlarının dizginlerini elinde tutan biri için her zaman ahlakın önünde yapılan bir ayin değildir. Her türlü olabilir. Biri intikamını alarak da amacını onurlandırabilir, insanları açlıktan kurtararak da, evreni yok ederek de. Gayeniz ulu ise, eyleminiz kolaylaşır.”
“Madem cevabı böylesine merak ediyorsunuz, gayem ulu değil. Yine de yola devam etmek istiyorum. Hava soğuk ve kararıyor ve benim de niyetim vahşilikte ilk karşılaştığım biriyle felsefe yapmak değil. Size iyi akşamlar dilerim.”
Elric birkaç adım atmıştı ki karşısındaki adam karşılık verdi: “Deneyimlerimden ve dinlediklerimden çıkardığım kadarıyla, siz Melnibone’lu Elric olmalısınız.”
Elric şaşkınlıkla hafifçe irkildi. Hakkındaki uçuk dedikodular her şehre kış bulutları gibi uğrasa da, adamın kendisini anış tarzı şaşırtıcıydı. Sağlıksız, minik bir sohbet, ışığın ulaşamadığı bir yüz, lanetli bir auranın sezgisi ve deneyimlerle dinlenenler. Sanki kara kılıç da çok uzaklardan, binlerce boyut öteden cılız bir sesle bağırıyor, dikkatli olması için feryat ediyordu.
“Evet, sizi tanıyorum, Prens Elric. Düşmüş Melnibone’un imparatoru, Imrryr’ın bizzat yıkıcısı, orada kendi kuzenini ve sevdi-“
“Yeter! Bunlar sizi ilgilendirmez, hepsi benim kâbuslarım, benim acı dolu yitik düşlerim...”
“Düş ya da gerçek, hepsi deneyime dönüşür... Bunu siz demiştiniz, hatırlamıyor musunuz?”
“Böyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum. Kim olduğunuzu bilmiyorum ve bana sıkıntı vermeye başladınız. Açılın ve biz de geçip devam edelim.”
“Ah ezeli Elric, hatırlamazsın çünkü o sırada kör bir kaptanla, hafızandan silinmesi şart olan uzak boyutlarda iki büyücü peşindeydin. Hatırlamazsın, çünkü buna mecbursun!”
“Ne dediğinizi anlamıyorum. Asla kör bir kaptanla yolculuk yapmadım. Hatırlamamam mümkün değil.”
“Prens Elric... Üzerinizdeki yazgıyı anlamak için yaratılmadınız. Sizin göreviniz o yazgıyı tamamlamak. Üzgünüm, bu acı veriyor olmalı. Savaşıyorsunuz çünkü yazgınız öyle istiyor, hatırlamıyorsunuz çünkü yazgınız onu buyuruyor.”
“Bu yazgıdan kurtulabilirim. Bu benim isteğime bağlı! Kılıcımı bırakıp çekilebilirim, bunu yapacağım da.”
“Korkarım ki Yüce Dünyaların Lordları sizi bırakmayacak. Hiçbirinizi... Lordun Arioch seni özel olarak takip ediyor. Ah, üst dünyaların meseleleriyle hiç ilgilenmiyorum. Amaçlarında yücelik yok. Belki de amaçları bile yoktur...”
“Beni hiçbir şeye mecbur kılamazlar. Arioch bile...”
“Elric, Arioch şu an bu boyutta yok. Bu dünyaya girmeye korkuyor. -Korkuyor!- Ama yine de, seni mecbur kıldı.”
Elric’in kalbi ani bir heyecan dalgasıyla hızlandı. Artık şüphesi kalmamıştı, Arioch’un kozmik tehlike diye sözünü ettiği varlık karşısında duruyor, yarı anladığı şeyler hakkında çılgınca konuşuyordu. Fırtınayaratan kınında sinmişti. Sonsuz bir sessizlik içinde bekliyor, kınından çıkmaya gönül göstermiyordu. Ithsakorr Elric’in bir adım arkasında, olan biteni sessizce izliyordu.
“Öyleyse seninle savaşacağım. Böylece Arioch buraya tekrar giriş yapabildiğinde onunla bu konu hakkında konuşabilirim.”
“Benimle savaşmak işe yaramayacaktır... Sana düş gelenler, benim için gerçeklikti ve hepsi de deneyime dönüştü. Sen ilk savaşacağım değilsin, Elric. Cehennem Dükü, benim ne yaptığımı sana açıklamadı. Çünkü bundan korkuyor. Benden korktuğu gibi, senin de gerçekleri öğrenmenden korkuyor, senden korkuyor. Artık önemi yok; çünkü ben varoldukça nihai savaşa gerek kalmayacak. Denge’ye ihtiyaç kalmayacak. Ezeli Şampiyonlara ihtiyaç kalmayacak. Sizinle büyüyen evren, sizinle küçülecek. Sana iyilik yapıyorum, Ezeli Şampiyon, seni kurtarıyorum.”
Elric kızıl gözleriyle Avcı’ya baktı, şaşkınlık ve nefretle. Fırtınayaratan’ı kınından sıyırırken tıslayarak sordu: “Nesin sen?”
Adam kollarını kaldırıp yana açtı ve başlığı geriye düştü. Elric gördü. Albino prens belki de karanlık suratın gerisinde yatan çarpık kozmolojiyi de görmüş, tek taraflı çılgın düşüncelerin yapıştığı karanlığın çarpıklaştırdığı uzama gözleriyle dokunmuştu, o yüzden çığlık attı. Yüzü Olmayan Adam’ın etrafındaki hava bükülürken, bulanıklaşan dünyadaki kaosa sert bir müzik katılmıştı ve adam, Elric’in sorusuna yanıt verdi.
Ben savaşım, ben acıyım,
Ben senin katlettiğin her şeyim,
Ben gözlerindeki yaşım,
Ben kederim, ben yalanım!
Elric, adamın suratındaki hiçlik karanlığının yavaşça büyümekte olduğunu gördü. Etrafındaki dünya renklerin akıp beyaz tonda ağırlık kazandığı, sürekli dönen bir burgaca dönüşmüştü. Karanlık büyüyüp her yeri yutuyordu. Şimşekler çakmaya başladı. Gökyüzünde bulut yoktu; ama şimşekler çaktı ve kar yağmaya devam etti. Güneş silinip gitti ama akşamüstünün bulanık renkleri gri bir tonda asılı kaldı. Vahşi müzik devam etti.
Ben saf olanım, ben doğruyum,
Ben senden öteyim,
Ben kahkahayım, ben gülücüğüm,
Ben kirletilmiş dünyayım!
Elric bilincini kaybetmemek için kendine tutundu, kendi düşüncelerine, kendi anılarına; ama orada acıdan başka bir şey yoktu. Surattaki karanlığın dünya üzerine yayılmadığını fark etti. Karanlık büyüyerek doğruca kendisine yaklaşıyordu. Bükülen havanın üzerinde küçük çatlaklar meydana geliyordu. Hepsi adamın yüzü kadar siyahtı. Güneş tekrar beliriverdi ama bu sefer gece olmuştu ve gündüz bir ışık çakmasıyla aniden geri geldiğinde, güneş bulutsuz gökte yine kaybolmuştu. Elric üzerine kapanmakta olan karanlıktan fışkıran siyah huzmeleri gördü. Ahtapot kolları gibi dalganıp üzerine gelen huzmeler, çıktıkları yer kadar katran görünümlü ve hiçlikle bütünleşen bir perspektif sahibiydiler. Melnibone’lu Elric bağırarak kılıcını savurdu. Fırtınayaratan değdiği her huzmeyi dağıtıyordu. Elric kılıcı hızlıca etrafa savuruyor, avaz avaz bağırıyor, çaresizce savaşıyordu. Sonunda ani bir parlamayla tüm kollar kayboldu. Elric kara kılıcı iki eliyle sıkıca kavramış, nefes nefese duruyor, kozmik dengesizliğin ürünü burgaç devam ediyor ve karanlık genişleyerek albinoya yaklaşıyordu. Ve titrek gökyüzü yıldırımlar yağdırmaya başladı.
Ben kozmik fırtınalarım,
Ben ince solucanlarım,
Ben gecedeki korkuyum,
Ben ışık yaratanım!
Dengesizlik artık sınırına ulaşmıştı. Elric parçalanmış boyutlar, bükülmüş hava ve kırılmış zamanın oluşturduğu kaosun, savunmasız toprağı dövüşünü izledi. Adamın suratındaki karanlık, kendisini yutmak üzereydi. Uzaklardan bir haykırış duyar gibi oldu; yitik ses Melnibone’un antik savaş narasını atıyordu. Ardından mükemmel bir sesin binlerce kez yankılanan fısıltısı geldi… Ve Fırtınayaratan, Elric’in elinden kurtulup bir ok gibi karanlığın içine fırladı.
Acıdan yumruklar Elric’in göğsüne iniverdiler ve albino bilincini kaybetmeden önce son bir nefes verdi. Karanlık büyük bir ışık patlamasıyla solmuştu ve her yerde küçük beyaz ışık alevleri süzülüyordu. Sonsuz bir uzaydaki binlerce yıldız ve ya tek bir yıldızın müthiş patlaması gibi… Elric bir siluetin kendisini tuttuğunu hissetti. Siluetin sırtından, parlak beyaz ve sarımsı ışından iki büyük kanat çıkıyordu. Yüzü tanıdıktı, birkaç gündür onunla gelen bir gezgin... Düzlemyürüyücü. Elric kendisine bakan telaşlı ve korkmuş gözleri gördü ve ardından bayıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder