Kara Hayal Rıhtım’ı Üzgünce Sunar:

Kuşlar Nerede Ölürse


Ölü Deli Tanrının Peşinde

Tanrılar bile ölebilir

Ve öyle zamanlar gelir ki

Ölüler de yürüyebilir...


“Ve işte maskeli süvari yolculuğundan döner...”

“Sabrımı oldukça zorluyorsun, mürit. Kısa oyunun burada bitiyor; çünkü dediğin yere gittim. Aradığım uğursuzluk orada değildi.”

“Sabır hakkında ne bilirsin ki, insan? Yoksa başarısız Avcı mı demeliyim? Ölmüş bir tanrının son müridine sabır hakkında konuşamazsın! Aradığın şey orada değilse, bu kesinlikle benim suçum değil. Seni nasıl bir yere yolladığımı biliyorum. Ama inan bana -ki başka çaren yok- bu gerekliydi.”

“Seni istediğim zaman bulabilirim, mürit. Bunu biliyorsun değil mi? Bu oyun bir daha tekrarlanamaz. Sana zarar vermememin nedenleri var; ama hiçbir neden, gerekçesine uzun süre bağlı kalamaz. Beni tanımıyorsun, geçmişte neler yaptığımı ve yeteneklerimin sınırını bilmiyorsun. Amaçlarımın ötesini ise hayal bile edemezsin. O temiz gözüken damarlarının içinde hilekar bir kan dolaştığı belli ve böyle giderse, senden esirgediğim eylemlerin kelepçelerini kırmış olacaksın. O yüzden ne daha fazla yalan, ne de başka bir oyun olacak... Şimdi, söyle bana, onu nerede bulabilirim?”

“Kişisel ihtiraslar, kutsal meseleler için gölgelere çekilmelidir. Bunu başaramaman bana zevk vermiyor. Üzüntü ise hiç vermiyor. Ama bende kötülük bulamazsın, herşeyden öte ben zavallı bir müridim. Son mürit... Son olmak, anlamsız bir mantık çölünde yürümek gibi; ve sen, benim vaham olacaksın. Aradığın şeyi nerede bulacağını söyleyeceğim. Ama önce, senden istediğim şeyi, elinde tuttuğun o sarılı nesneyi bana vermelisin... Ve bir isteğim daha olacak...”


***

Mürit ile Avcı Arasındaki Konuşmadan Bir Yıl Önce

Ceniloren... Rüyalarında duymayalı çok olmuştu kendi ismini. Fısıldanmamıştı bu harfler hülyalar içindeki ruhuna ve hissetmemişti o kutsallığın çağrısını uzun yıllar boyunca. Ceniloren... Aslında bir kabusun içinde gelmişti çağrı. Kabus, beyaz bir ışığın artan parlaklığında yitip gitmişti. Ama uyandığında kendini derin bir sıkıntı içinde bulmuştu.

Merdivenleri çıkıyordu. İki taraftan da yüksek sütunlar tavana vuruyordu. Kılıç şeklindeki büyük pencerelerden giren güneş ışığı içeriyi aydınlatıyordu. İçerideki kutsallık, ışığı huzurlu bir ortamda soğuruyordu. Merdivenlerin tepesinde, rüyasında fısıldayanlar bekliyordu.

Uzaklarda bir yerde bir koro, hüzünlü bir ilahi söylüyordu. Bu bir trajedi miydi? Koronun kreşendosu merdivenlerin tepesinde sona erecekti. İlahinin sonu, diye düşündü, belki de bir başlangıçtır.

Yüksek tavana baktı. Epik sfenksler içini tarif edemediği duygularla doldurdu: derim bir özlem, biraz korku, biraz da köhne düşünceler... Onlarca destanı tasfir eden sfenkslerde, orada bir yerde, kendi hikayesi yatıyordu. Onca kahramanlıktan sonra nasıl olmuştu da bu hale gelmişti...? Düşmüş Avcı... Gerçekten bir düşmüş müyüm ben, diye sorguladı kendini. Tepeye yaklaşıyordu. Çağrılmadan gelmesi yasak olan tapınakta, rıza almadan yürümesi sehiv olan merdivenleri çıkıyordu. Kendi manyam buna sebep olduysa ben bir günahkarım... Ama ah, burası o kadar huzurlu, o kadar çekici ki! O an karar vermişti; buraya geri dönmeliydi, geri dönmenin bedelini ödemeliydi.

Yüzleşmeye giden merdivenler, düşünceler arasında hızla geçildi. Tapılması Gereken Tek Tanrı’nın tapınağının göğe uzanan kubbesive orada edebi huzurun ve tefekkürün içinde oturan Konsey, karşısında duruyordu.

Koronun dramatik kreşendosu son buldu.

Konsey’in bir zamanlar gözdesi olan Ceniloren diz çökmedi. Kadim duygular içini yakıyordu. Ama diz çökemezdi. Ceniloren’in iç hesaplaşması ve vicdanı sabit bir burgaçta birleşmişti, öyle bir burgaçtı ki bu; derinlere doğru dönmeyen, çözülemeyen.

Konseydekiler birbirlerine baktılar. Kısa bir sessizlikten sonra sözcü konuştu.“Avcı Ceniloren, kutsal çemberimize hoş geldin, Engixithroion’un salonlarına yeniden hoş geldin!


***

Uzak Geçmiş

“Dinle beni son müridim. Uyanmam yakındır. Ve bana yardım edeceksin, ama yardım eden tek kişi sen olmayacaksın.”

“Yüce efendim, ne isterseniz yaparım! Sizin uyanışınız benim nihai gayemdir! Siz...”

“Yaltaklanmayı kes, pislik! Sana dediklerimi iyi dinle. Gücü olanın, kaçınılmazı engellemeye gücü vardır. Lakin güce hükmetmek asla sade bir iş değildir: güce hükmeden, gücün hükmedilmesine izin verir. Bir tanrının ölümü, diğerinin doğumudur... Bir tanrının doğumu, gücün hükmedilmesine izin vermektir, bir tanrının ölümü ise, güce hükmetmektir. Yakında dediklerimi anlayacaksın. O sana geldiğinde, herşey anlam kazanacak.”

“Efendim, dedikleriniz...”

“Ah, benim son müridim... Benden kopmuş bir parça gibisin, ama yine de düşüncelerinin limitine anlam veremiyorum. Zamanı gelince kavrayacaksın. Sana gelen fırsatı yönlendir: üç, uğurlu rakamımız olacak.Üç eksik: biri evreni anlamak, biri evrenle iletişim kurmak ve biri de... Ah, sonuncusunu hatırlayamıyorum...! Ama üç, üç olmalı! Üç bizim uğurlu rakamımız, bunu asla unutma!



***

Yanan Mağara’nın içinde ilerliyordu. Son mürit onu, önceki kez buzların diyarından geçirmişti. Orada aradığını bulamamıştı; son müridin istediği şey dışında.

Buzların üzerinden ve ateşin içinden yürüdük, aydınlanmaya.
Çektiğimiz acılar, ayaklarımızı korudu; ama gördüklerimiz ruhlarımızı bozdu...

Cehennemden geçen kahramanın ilahisiydi bu, Engixithorion’un salt huzur dolu salonlarında yankılanırdı kadim zamanlarda. Mürit ne yapmaya çalışıyordu? Aradığı şeyi burada da bulmayacağından şüphelenmeye başlamıştı.

Uzun bir köprüde yürüyordu Ceniloren, çok uzaklardaki mağara duvarları ve tavan, alev alev yanıyordu. Ve dar köprüden aşağı baktığında, büyüyen karanlıktan başka birşey görmüyordu dipsiz çukurda. Yanan duvarlar ne aşağıyı, ne de köprünün uzandığı karanlığı aydınlatıyordu.

Sonsuzluğa uzanırmış gibi gözüken köprüde yürümeye devam etti. Etrafındaki muazzam yangının varlığına az da olsa alışmıştı. Çoklu-boyutun arada kalmış mekanlarından birinin yansıması olmalıydı bu çılgınlık; çünkü alevler köprünün üzerine gölge bile düşürmüyordu. İlerlerken ara ara köprü sarsılıyordu. Sanki görünmeyen bir güç, köprünün altına bir darbe indirip, geldiği yere dönüyordu. Gürlemeyle gelen bir başka sarsıntı sırasında aşağı bakmaktaydı. Derinlerdeki karanlık biraz yükselmiş gibiydi.

“Arada kalmış bu deliliğin içindeyim, yanlız ve aklı karışmış olarak duruyorum. Son mürit benden kurtulmak istedi, artık bundan emimin. Bir dahaki karşılaşmamızda daha fazla söz olmayacak, aradığımın nerede olduğunu, kendi yöntemlerimle öğreneceğim...”

Köprü yine sarsıldı. Ceniloren adımlarını hızlandırırken, göz ucuyla aşağı baktı. Karanlık biraz daha yükselmiş gibiydi.

Aklını görevinde tutmak için Engixithorion’un salonlarını düşündü. Konsey’in berrak konuşması, gürleyen alevlerin içinden kulaklarında yankılandı. “Tapılması Gereken Tek Tanrı’nın her zaman için merhameti vardır, çocuğum. Senin gibi...” Burada biraz duraklamıştı sözcü. “...Başına buyruklar için bile. Ama bağlılığını test etmemiz gerekecek, çünkü biliriz ki en güçlü bağlar bile zamanın aşımında yıpranır. Yapılması gereken bir görev var ve özellikle seni seçtik. Nedenlerini sorgulamamak gerek...”

Nedenlerini sorgulamamıştı. Kutsal salonlara tekrar kabul edilmeliydi, önemsediği tek şey buydu. Ve işte şimdi görevindeydi. “Sapkınlığın doğurduğu tüm anti-kutsallıklar yeryüzünden silinmeli.” demişti Konsey. “Ve silinenler, sonsuza dek yok edilmeli.”

Ceniloren o an anlamıştı Tek Tanrı’nın Tapınağını’n kendini nasıl bir göreve atayacağını. “Ölü bir tanrının peşinde, silinenleri sonsuza dek yok etmek için ilerliyorum.” dedi köprüde yürürken.

“Kadim zamanların tanrıları sapkındı ve birçoğu da bunun cezasını çekti. Onların kutsallıkları kötülükleriyle lekelenmişti. Ama kötü niyetli bir Tanrıdan daha tehlikeli birşey varsa, o da kötü niyetli deli bir tanrıdır. Tanrılar da ölebilir.” diye devam etmişti sözcü ima dolu bir tonla. “Ve ölülerin dirilmesi alışılmadık bir durum değildir. Senden Ölü Deli-Tanrıyı bulmanı istiyoruz; çünkü kara ruhu kendini diriltmek için uğraşıyor ve bu gerçekleşirse, dertlerle dolu zamanlar bizi bekliyor demektir.”

Ceniloren, Konsey’den aldığı bilgilerle kısa sürede Ölü Deli-Tanrı’nın müridini bulmuştu: son müridini. Tanrının varlığını tamamen yok etmek için vücudunun yattığı yeri bulması gerekiyordu ve son mürit, kendisi için istediği birşey karşlığında bu bilgiyi ona vermişti. Buzların üzerinden geçtim. Tanrının vücudu orada değildi. Şimdi ateşin içinden yürüyordu. Son müridin tarif ettiği ikinci yer. Deli tanrının son müridi, ölü tanrısı gibi deli olmalıydı, çünkü garip isteklerde bulunmuştu. Ceniloren, adamın içinde kötülük sezememişti. Eğer aksi olsaydı, istediği bilgiyi zorla alabilirdi. Eskiden yaptığı gibi...

Kendi kendine, geçmişin tesfirini yaparken, köprü öncekilerden daha da şiddetli sarsıldı. Avcı iç güdüleri harekete geçmişti. Sarsıntı bitmeden çevik bir hareketle iyice kenara zıpladı ve aşağıya dikkatle baktı. Gördüğü şey ruhunu hafifçe ürpertti. Karanlık, yanan duvarlardaki ateşi yutarak yükselmişti. Her sarsıntıyla köprüye biraz daha yaklaşacaktı ve köprünün sonu, ölçülemez bir uzaklıkta, karanlıklar içinde kaybolmuştu. Etrafında yanan ateşlerden etkilenmeden varolan uğursuz bir kara delikti sanki.

Artık koşuyordu. Hızlanmasına bir tepki gibi, şiddetli bir sarsıntı daha meydana geldi ve duvarlardaki alevler cızırdayıp parladılar. Aşağılardaki alevlerin karanlıkla yutularak sönmesine karşın, kendi seviyesindekiler daha da canlanmıştı. Canlanan alevler, dışa doğru şekilsiz lav kütleleri oluşturdular ve bu lav kütleleri, yanan duvarlardan kopup köprünün üzerine döküldüler.

Ceniloren silahlarını hazırladı. Gümüş kılıcı uzun ve çok hafifti, hafifçe yassı olan silah sağ elindeydi. Sol elinde ise altın bir balta vardı: İlahi Gazap, Engixithorion’un kadim nesnelerinden biri. Ölü tanrının vücudunu bulduğunda, ritüeli İlahi Gazap tamamlayacaktı.

Lav kütleleri, tam önünde şekilsizce debelenip durdular. Mukozaya benzeyen varlıklar birazcık dikleştiler. Sonra lavdan kabukları yırtılmaya başladı. İçlerinden ne çıkıyorduysa, lavdan kabuğun sert zarından geçerken bütün kemikleri teker teker kırılıyordu. Öylece çıktı şekilsiz yaratıklar, öte alemlerden gelen dehşetler.

Ceniloren hızlıca ve zarifçe zıpladı ve iki yaratığın ortasına indi. Henüz havadayken tekine kılıcıyla, tekine de baltasıyla vurdu. Sonra kendi etrafında hızla dönerek tam tersini yaptı. Kollarını açıp hızla ileri atıldı ve yanlardaki iki yaratığı daha kesti. Başka bir tanesi şekilsiz koluyla bir darbe savurdu. İlahi Gazap hızla kalkıp kolu biçti. Önünde üç yaratık daha vardı, arkasında ise kestiği beşi duruyordu. Kılıç ile balta mükemmel bir ahenkle dans ettiler ve önünde duran üçünü de biçtiler. Şimdi hepsini geldiği tarafta bırakmıştı. Darbelerden pek zarar görmüşe benzemeyen yaratıklar, şekilsiz kemiklerini çatırtadarak hızla ilerliyorlardı. Hepsi aynı anda atıldı. Bir anda etrafı sarılmıştı. Zıplayıp baltasını tekinin kafasının üstünden geçirip sırtına indirdi, kılıcını savurup birinin kolunu koparttı ve durmayan kılıç, başka birinin göğsünü yardı. İki silahını da aynı hızla çekip başka hamleler yaptı. Her yerden savrulan darbelerden başarıyla kaçıp kendi hamlelerini sürdürdü. Ama yaratıkların garip vücutları ölümü reddediyordu. Öte yandan köprünün sarsılmaları sıklaşmıştı, alev yutan karanlık yükseliyordu. Zıplayıp sağ tarafındaki yaratığın karnına bir tekme indirdi, ordan aldığı güçle kendini sol çaprazındaki yaratığa dengeli bir şekilde fırlattı, kılıç ile balta girdap halinde dönerken, bu yaratığın da göğsüne indirdiği tekmeden güç aldı ve tam önündeki yaratığın kafasına iki ayağıyla indirdiği darbeden destek alıp havada dönerek yaratıkları gerisinde bıraktı.

Gördüğü manzara bunun bir başlangıç olduğunu söylüyordu: yaratık güruhu etrafını sarmışken, gitmesi gereken tarafta ateşten duvarlar köprüyü döllermiş gibi, binlerce yaratık peydahlanmıştı. Köprünün sonu olan karanlığa kadar, ateşten duvarlar yaratık kusmuştu: hepsi iğrenç sesler çıkararak lavdan kozalarından çıkmaktaydı.

Avcı, öfke dolu bir savaş çığlığı savurarak koşmaya başladı. Yolunu kesen ve kozalarından henüz çıkmamış yaratıkları omuzlayarak devirdi. Buradan sağ kurtulması için tüm gücünü ve öğrendiği herşeyi kullanması gerekecekti. Kısa bir süre sonra köprünün sarsıntısı kalıcı hale geldi. Karanlık, duraklamadan yaklaşmaktaydı! Tavandaki alevler titreştiler, köprünün seviyesindeki alevler dalgalandılar ve neredeyse köprüye kadar ateş püskürtmeye başladılar. İnanılmaz bir gürleme sesi, binlerce yaratığın iniltiden güftelerine, dehşetli bir müzik edasıyla eşlik ediyordu. Burası artık bir cehennemdi, kaosun hükümdarlığına ait bir köprü...

Bütün yaratıklar lavdan kabuklarını yırtmıştı. Ceniloren uçarcasına adımlarla koştu ve ilk yaratık grubunun içine daldı. Kılıç ve balta, gözükmeyen, sadece silik bir izdüşüm bırakan kaotik bir burgaça dönüştü; zira Avcı inanılmaz bir dövüş dansına başlamıştı. Hızını kesmeden ilerliyordu: ama kah arkasına dönüyor, kah zıplayıp parendeler atıyor, kah çaprazındaki yaratıklara yöneliyordu. En ufak bir hız kaybı olmaksızın, duraksamadan. Her an etrafında olan onlarca yaratığın darbelerinden kaçınmak için özel bir çaba harcamıyordu: silahları, tenine yaklaşan her uzvu kesecek kadar hızlı dönüyordu.

Uzun süre egzotik-frapan dansını sürdürdü. Ne kestiği yaratıkların çoğu ölüyordu ne de kestiklerinin sonu geliyordu. Dövüş dansını bitirdi ve başka bir savaş çığlığıyla ileri zıpladı. İlk adım, ikinci adım, üçüncüsü... Dördüncüsü... Yaratıklar metrelerce aşağıda kalmıştı ve metreler, aynı zamanda havada attığı adımların arasındaki farktı.

Binlerce yaratık öfkeyle çığlık attı. Sonra birden sesleri kesildi: sadece alevlerin gürlemesi kalmıştı. Havada hızla koşan Ceniloren, bir an için geriye baktı ve daha önce geçtiği kısımların yavaş yavaş karanlığa gömüldüğünü gördü. Alev yutan karanlık, arkadan da gelmeye başlamıştı. Ceniloren, inanılmaz bir hızla ilerleyip sayısız yaratığı geride bırakırken, güruhun nefret iniltileri tekrar başladı. Avcının havadaki koşuşu sona eriyordu: tüm eğitimine rağmen yerçekimini ancak kısa bir süre için yenebilirdi.

İneceği yeri tamamen yaratıklar kaplamış, ona zeminde basacak yer bırakmamışlardı. Ceniloren endişelenmedi. İşine konstrantre olmuştu; aklında Engixithorion’un salonları bile yoktu artık; sadece içgüdüsel kurtulma çabası, içgüdüsel dövüşme çabası. Yaratığın tekinin omuzlarına sertçe indi ve zaten kemikleri kırık olan habis şeyin vücudunu unufak ederek yerle aynı seviyeye getirdi. Yaratıklarca savrulan onlarca darbe, üzerine birkaç santim bile yaklaşamadan zıpladı ve ilerdeki başka bir yaratığın üzerine bastı. Kısa süre sonra adımları hafifleyip dengeyi bulmuştu; bir kafa, bir omuz, bir kol, hangi uzva denk gelirse gelsin, parmak uçlarıyla kendini ittirip yaratıkların üzerinden aşıyordu. Öfkeyle dolu çarpık kollar yakalamak için uzanıyorlar ama başarısız oluyorlardı. Çok yaklaşan olursa, kılıç ve balta, elleri ve ya parmakları doğruyordu.

Karanlık, aşağıdan ve arkadan kovalarken, avcı, yaratıkların arasında bir açıklık buldu ve oraya indi. Kollarını omuz seviyesinde sabitledi, kılıç ve balta, cıvık kanla parıldıyordu. Sonra o şekilde, önündeki güruhun içine atıldı. Başka alemlerden gelen yaratıklar bile korkuyu hissetmiş olmalılardı; dar köprüde avcının önünü boşaltıp kaçışmaya çalıştılar ama nafile: sabit duran baltayla kılıç, yaratıkların hangi uzvu önlerine gelirse, çiçek sapı kopartırcasına biçtiler. Yükselmekte olan karanlığa doğru binlerce şekilsiz uzuv döküldü, kandan yağmurlar düştü.

Artık sona geldiğini biliyordu. Arkasına baktı ve uçsuz bucaksız bir karanlığın, Yanan Mağara’nın alevini söndürerek yaklaştığını, kendisini de yutmasının an meselesi olduğunu gördü. İlerisinde ise, bir o kadar dehşetli bir manzara vardı. Çıkışı gösteren kara deliğin –gerçekten de ışığı bıçak gibi kesip atan bir karanlıktı bu- önü, dar köprü üzerinde birbirlerinin üzerine çıkmış yaratıklar tarafından kapatılmıştı. Yüzlerce yaratık, alttakileri ezerek yükselen, iğrenç bir et parçasını andıran fakat kımıl kımıl olan bir kule oluşturmuştu. Bu et kulesinden çıkan yüzlerce kol, ayak, kafa ve iğrenç gövde, yaklaşan avcıya uzanıyor, onun yolunu kapatıyordu.

Ceniloren son bir çabayla ileri zıpladı, kollarının açısını bozmadan havada dönmeye başladı. Karanlık hemen ardından geldi. Avcı yüseldikçe yükseldi ve kasırgaya yakalanmış bir rüzgar gülü misali ,ki delicesine dönen çiçeğin yaprakları kılıç ve baltaydı, etten kuleye daldı. Keskin altın ve gümüş, ilk karşılaştıkları uzuvları hızlıca yarıp, avcının yolunu kesen yaratık kulesinde bir gedik açtı. Ceniloren yavaşlamadan dönmeye devam etti ve gedik büyüdü. Kesilen uvuzlar her yöne saçılıyordu. Kollar, bacaklar, parmaklar ve kafalar kesildikçe kule çözüldü ve dönerek ilerleyen rüzgar gülü, onlarca vücudu biçerek açtığı gedikten geçti. Kendi etrafındaki son dönüşünde, yüzü geriye dönükken, herşeyi yutmuş olan, birkaç santim ötesindeki karanlığı gördü ve dönüşünü tamamlayıp kara çıkışa bodoslama daldı.

Başka bir boyuta geçmişçesine, kapkaranlık bir dünyada, maskeli bir adamla karşı karşıya kalmıştı. Aynı, müridin söylediği ilk yerde, buzdan diyarda olduğu gibi.

***

“Sana güç hakkında bahsettiklerimi hatırlıyor musum, son müridim?”

“Evet, yüce efendim. O zamanlar zavallı beynime karmaşık gelen sözleriniz, artık bütünlüğe kavuşmaya başlıyor.”

“Güzel... Onunla tanıştın. Gücü hissettin. Onu gönderdiğimiz ikinci yerden de dönecek. Başarılı oldu.”

“Öyleyse o gerçekten...”

“Ah, benim son müridim. Evet, o aradığımız kişi. Ve ihtiyacımız olan ikinci şeyi de getirecek ateşler diyarından.”

“Evet, yüce efendim, evet! Bakın, istediğiniz ilk şey burada!”

“O şimdilik sende kalmalı. Artık zaman geliyor. Düşmüş avcı sana yaklaştıkça, kaçınılmaz kaderim de bana yaklaşıyor. Avcı, artık gerçek yerimi öğrenebilir. Onu bana getireceksin, uyuduğum yere, tekrar uyanacağım yere...”

***

Uzun süredir siyah cüppeli müridi takip ediyordu. İstese yetişebilirdi ama müridin gideceği yerin, garip bir biçimde, kendinin de gitmesi gereken yer olduğunu hissediyordu. İşte, adam tekrar görüş alanına girmişti. Vücut hatlarını kapatan simsiyah ve şık bir cüppe, büyük bir kambur, uzun, siyah bir şapka.

Son müritin içinde onu suçlu çıkartacak kadar kötülük sezemiyordu. Bu çok garipti çünkü adam onu iki kere ölüme yollamıştı. Engixithorion’un düsturları, içinde kötülük olmayan varlıkların öldürülmemesini buyuruyordu. Tabi bazı inanç-çıkar çatışmalarında, uygun ötenaziler ayarlanabiliyordu. Bu adamda yanlış birşeyler var, diye düşündü. Beni gönderdiği yerleri bu dünya üzerinde yürüyen kimsenin gördüğünü zannetmiyorum. Ve pis istekleri, ki sonuncusunu bile yerine getirdim, oldukça garip. Buzdan diyarda ve ateşten mağarada, iki efendiyle karşılaşmıştı: ikisi de maskeliydi. İkisini de öldürmüş, tekinin kolunu kesmiş, tekinin de çıkmayan maskesinin göz kısmını kesip, adamın gözünü sökmüştü. Evet, deli tanrının son müridinin istekleri bunlardı!

Dünyanın uzak bir köşesinde, son müridi iki gün boyunca takip etti. Sonunda adam, uzun ağaçların yükseldiği bir vadinin girişinde gözden kayboldu. Ceniloren de o noktaya geldiğinde, vadinin diplerinde uzanan büyük tapınağı gördü. Ölü Deli Tanrı’nın yattığı yere gelmişti.

***

Ceniloren... Sen düşmüş bir avcısın...

Tapınağın içinde bir yerde, iki kişi durmuş, Ceniloren’e acımayla bakıyorlardı.

“Siz... Siz burada olamazsınız. Siz öldünüz.”

Ceniloren, avcı iç güdülerini asla kontrol edemedi. O öldürmeye başladı mı, kafir bir hayvandan farkı kalmaz... Bunu yarım bir ötenazi kabul edeceğiz. Ama düşmüş olan, sürgün edilmelidir. Tapınak yıpratılmamalıdır.

“Konsey... Konseyin sesini duyuyorum.”

Biz burada olamayız mı? Neden? Bizi öldürdün diye mi? İki başrahibi öldürmek ilahi dengede pek bir değişiklik yapmaz. Ama ya bir tanrı öldürmek?

“Hayır, hayır! Çıldırıyor olmalıyım! Ben Ceniloren’im. Ben Ceniloren’im. Herşeyi Engixithorion için yaptım. Ben avcı Ceniloren’im.” Tapınağın tozlu koridolarında çılgıncasına koşuşturmaya başlamıştı. Dövüş sanatlarında yenilmez olan savaşçı, cümleler ve hatıralarla düşüyordu.

Avcı? Senin sıfatın bu kadar değildi Ceniloren. Sen Tanrı Avcısı Ceniloren’din. Destansı avın, tapınağının tavanlarını süslemiyor mu? Sen bizi kestin ve sonra tanrımızı! Ama biz, senin Engixithorion dediğin tapınağın tanrısının boyunduruğunu kabul etmiştik! Sen suçsuz insanları öldürdün! Onların taptığı tanrıyı katlettin! Sen düşmüş bir avcısın Ceniloren, sen bir avcı değilsin, sen bir katilsin!

“Hayır!” diye çığlık attı ve önüne gelen geniş bir kapıdan içeri daldı. Büyük sütunlarla çevrilmiş odada, başka bir maskeli adam duruyordu. Ne yaptığını bilmeden, nedensiz bir öfkeyle saldırdı. Kılıç, maskeli adamın göğsünü yardı. İlahi Gazap, çaprazlamasına bir darbeyle maskeye isabet etti ve onu adamın yüzünden koparıp attı. Adam devrilmiş, yüzü koyun yatıyordu. Ceniloren işini bitirmek için ilerledi. Baltasını tuttuğu eli, adamı tutup çevirmek için uzanırken, diğer elinde tuttuğu kılıcını hasmının göğsüne saplamak için hazır tutuyordu.

Adamı çevirdiği an kılıcı elinden düştü. Aynı anda tapınağın uzak koridorlarında acı bir çığlık yankılandı. Ceniloren’in nefesi tıkanmıştı. Gözlerini önündeki yüzden çevirip etrafına bakındı. Mezar odasında olduğunu yeni farkediyordu. Tavana uzanan yuvarlak sütunlarla çevrili odada, ortada bir sunak vardı. Sunak boştu.

Şimdi iki kişinin konuşması duyuluyordu çığlığın geldiği yerden. “Hayır! Maske açılmamalıydı!” diye öfkeyle bağırdı biri.

“Yüce efendim, yüce efendim! Şimdi ne yapacağız?”

Belli olmayan hırıltılar, bağırtılar duydu Ceniloren. Sonra açık kapıdan biri girdi mezar odasına. Son müritti bu. Kendi kendine konuşuyordu.

“Planım başarısız oldu! Üç uğurlu sayıydı! Üç tane ihtiyacımız vardı! Bir göz, bir kol ve... Ah yine hatırlayamıyorum! Lanet olsun, hatırlayamıyorum!”

“Yüce efendim, kolu zaten almıştım. Göz onda, şu an üzerinde olmalı. Ama üçüncü ihtiyacımız sağlanamadı. Üçüncü maskeliyi öldürmedi. Herşeyi anladı artık.”

“Hepsi senin yüzünden! Hayır, hayır, bu olanları kastetmiyorum. Hepsi senin suçun, pis sülük! Üçüncü ihtiyaç... Ah... Beni.. Bizi... Birleştirmek... Neden... Ben bir tanrıyım ama hatırlayamıyorum.”

Ceniloren dehşet içinde izliyordu. Siyah cüppeli adamın, kendi kendisiyle tartışırken tek kolunun hararetle inip kalktığını, tanrı kısmının konuştuğunda kambur vücudun dikleşip heybetlendiğini, tek gözün şeytansı bir kırmızılıkla parladığını dehşet içinde izliyordu. Ölü tanrıya neden deli dendiğini sonunda anlamıştı: tanrı bir şizofrendi.

Son müritteki gariplik buydu demekki, şeytanlığının perdelenmesi de buradan geliyordu. Onu yolladığı yerler kadim tanrının yarattığı mekanlardı öyleyse. Ama maskeli adamlar... Maskenin altından kendi yüzü çıkmıştı. Kendi kendisiyle dövüşmüştü...

Tanrı, Ceniloren’e doğru ilerledi. Tam karşısında durdu. Müritten eser yoktu. Tek gözü alev alevdi.

“Bir tanrı öldüğünde, bir yenisi doğar. Tanrı öldürebiliyorsan güce hükmediyorsun demektir. Ama aynı zamanda güce hükmedilmesine izin veriyorsun; çünkü seni kullandım ve kendimi yeniden canlandırmanın eşiğine geldim. Ölü gibi gözükmemem seni aldatmasın; biliyorsun ki tanrınlar bile ölebilir öyle zamanlar gelir ki, ölüler de yürüyebilir. Senin içindeki güç farklıydı, benim rituelim için gerekli olan güç. Tanrı öldürmenden gelen güç... Ama başarısız oldum. Kısmen...”

O anda Ceniloren’in üzerine bir yorgunluk çöktü. İlahi Gazap yere düşüp tıngırdadı; çünkü kendisini tutacak bir kol yoktu. Düşmüş tanrı avcısının görüşü de bulanıklaşmıştı. Çok küçük bir umut zerreceğiyle en azından... dedi kendi kendine, en azından ruhumu kurtardım, çünkü buradaki kendimi de öldürseydim, kadim tanrının son ihtiyacı da karşılanacaktı: onu bütünleyecek bir ruh.

Zayıf bedeniyle ve zayıf düşünceleriyle uğraşırken, üzerine eğilip sarılı gözü alan tanrıyı durduramadı.

Ölü Deli Tanrı koşarak uzaklaşırken yine kamburu çıktı. “Efendimiz, efendimiz, gözü de aldık, ikinci ihtiyacımızı da aldık!” diye sevinçle bağıran kara cüppeli figür kapıdan çıkıp kaybolurken, Ceniloren arkasından bakmaktan başka bir şey yapamadı.

2005 Kış

Hiç yorum yok:

Kuşlar Nerede Ölürse

Rıhtım rüzgarında iki yeni şiir eşliğinde yeni bir hikaye savruluyor.

Kuşlar Nerede Ölürse, ve rıhtım sessizliğe bürünüyor.

Ekim 2007

Rıhtımda Yabancı

...Yabancının ayak sesleri bu uzak, unutulmuş rıhtımın taşlarında yankılanıyor. Yabancı yalnız. Soğuk havayı soluyor, tütün dumanı gibi çekiyor ciğerlerine derin derin. Rıhtım ışıkları sırayla dizilmişler, donukça yanıyorlar, seyretmek keder veriyor. Deniz bezgince ıssız iskelenin ayaklarını okşuyor. Katran renkli ahşap gıcırdıyor. Yabancı iskelenin ucunda, kıpırtısız. Rüzgar uğulduyor.

Berrak ve serin gecelerde ve puslu öğlenlerde ben de durdum orada. Denizden esen rüzgarı içime çektim, kahverengi bir sobanın ısıttığı rıhtım kahvesinden gelen kahve kokusu eşlik etti rüzgara. Deniz ötelere uzanıyordu. Cezbedici, kederli, durgun deniz... Başka nerede, nereye bakarken hayal kurabilirdim ki?

Şimdi yabancı duruyor iskelenin ucunda. Kara Hayal Rıhtımı'nda, denizin bir zamanlar bana fısıldamış olduğu hikayelerle beraber, ve tamamen tek başına...

***


Kara Hayal Rıhtımı'nın, bu kişisel hikaye ve şiir sitesinin beğenilmesi dileğiyle...


A. Erman Kulunyar

Şubat 2007

Sitede bulunan tüm yazıların ve resimlerin hakları sahiplerine aittir, çalan çırpan hunharca lanetlenecektir. Yazıları en iyi niyetlerimle sunsam da elimden gelenin en iyisi kesinlikle bu değildir. Hikayeleri istediğiniz şekilde bilgisayarınıza indirebilir, word’de daha okunaklı bir hale sokabilirsiniz.