İlahi sapıklığımın sizi altüst etmesine izin vermeyin; sizlere ihtiyacım var.
Saat 10:30'du ve okul günü başlayalı iki buçuk saat olmuştu. Hava kapalı ve soğuktu; sınıfta yanan floransan lambaların donuk mavi ışığı kasvet yüklüydü. Sıkıcı dersi dinleyen öğrencilerin içleri yanıyordu, hepsinin aklında ortak düşünceler vardı: Bugün böyle olmamalı, bu yanma hissi sadece havadan kaynaklanamaz; ya da uğursuz bir şey geliyor bu yana.
Sınıf mevcudu 29 kişiydi ama sınıfta 28 kişi vardı. Dayanılmaz boğukluk hissi yüzünden herkes, gelmeyen öğrenci yerinde olmayı dilemişti ama bu düşünce onları nedense ürpertiyordu.
"Tanrı..." diyordu öğretmen, "...her davranışımızı ödüllendirir ya da cezalandırır. Gerçekleştirdiğimiz her davranışın bir bedeli vardır. Bu bedel bize, âlemsel nitelikte her zaman ve maddesel olarak bazen, bir ödül olarak döner; ama bu ödülün iyi niyet nedeniyle verilen bir armağan olması şart değildir. Gerçi bize verilen bu ödülleri, niyet ne olursa olsun, iyi ve ya kötü diye ayırırız demek büyük bir yanlış. Tarihe bakınca, özellikle devlet yönetimlerine, bu savı rahatça kanıtlayabiliriz. Ama o kadar geriye gitmemize gerek yok, önce kendimize baksak -dikkatlice baksak- bunu aynaya bakarmış gibi görebiliriz."
Öğretmen anlatısına devam ederken arka sıralardan bir kişi fısıldadı. "Hay anasına başlayacağım şimdi ha, bu kadın ne anlatıyor böyle?! Kafam karıştı, ne demeye çalışıyor acaba?"
"Oğlum, kafan basmıyorsa bana ne, metafizik filan anlatıyordur belki." Başka bir öğrenci böyle fısıldadı. Arkalardan kısık gülüşmeler duyuldu.
Okulun yanındaki korudaki ağaçlar donuk rüzgârlarla salınıyorlardı ama birden büyük bir depreme maruz kalmışçasına şiddetle sallandılar, birbirlerine çarpıp sürtündüler ve kulak tırmalayarak haşırdadılar. Öğrencilerin gözleri heyecanla dışarıya kaydı, aniden çıkan şiddetli rüzgârın ağaçları yere serişini seyrettiler ve nedense bu görüntü içlerindeki garip yanma hissini arttırdı. Aynı anda floransan lambalar vızıldadı ve söndü. Öğrenciler koruya bakmaktaydılar ama bazılarının gözlerinden, uzaktaki dağlarda konuşlanmış ağaçların sakinliği kaçmadı. Bazıları ise farkında olmadan birbirlerine sokuldular, ağaçların içinden bir şeyin çıkmasını beklediler ya da bir şeyin çoktan geçip çıktığını düşündüler.
Öğretmenin de gözleri küçük bir endişeyle kısa bir süre için dışarıya kaydı ama dersi bölmedi.
"Ayriyeten tanrı, isteklerimizi çoğu zaman karşılar; ama bu istekler ya da bunların oluşumu ve arzulanması zihinsel ve duygusal olarak o kadar kokuşmuş olur ki onların gerçekleşmesinde şeytan rol oynar ve yadırgadıysanız, unutmayın ki şeytanı da tanrı yaratmıştır."
Koruyu kavuran rüzgâr dinmişti ve öğrencilerin hissettiği uğursuzluk bir an için kaybolmuştu. Sanki bir şey bir tür eşikten geçiyormuş gibiydi; eşikten geçerken küçük bir sessizlik ve ardından tekrar yükselişe yüz tutuş... Öğrenciler huzursuzca birbirine baktılar. Öğretmen garip bir sakinlik içinde anlatmaya devam etti.
"Bu, şeytanın günaha sebebiyet vermesi gibi bir şey değildir. Günahın yaratılmasında şeytanın arzusu bizimkiden daha büyük olur, ama bu durumda bizim arzularımız daha kuvvetlidir ve tanrının kulları olarak şeytana büyük bir ziyafet sunarız. O yüzden bu durum... Daha ağır, kesinlikle daha sapkınca! Kesinlikle sakınılması gerekir, kesinlikle! Çünkü o ruhumuzu alır ve inanın bana buna ikna olmak o kadar kolaydır ki! Tanrım..."
Herkes tekrar birbirine baktı, yüzlerindeki ifade korkudan çok o garip an içinde kuşkunun getirdiği kuruntuyu yansıtıyordu. Aynı anda hissettikleri uğursuzluk da artıyordu ve içlerindeki yanma kalplerine sıçramıştı.
“…Tanrı böyle istemişti belli ki, ve belli ki terk etmişti, bırakıp gitmişti bizi! Ama onun yarattıkları yürüdükten sonra bu kutsallığı nasıl inkar ederiz! İşte, geliyor ve tahmin bile edemeyiz! O geliyor ve şeytanın gerçeklerden haberi bile yok!”
"Böyle kişilerle konuşmayın, böyle kişilerle görüşmeyin! Onlara kulak tıkayın, onlara hesap sormayın! Tanrıya dua edin, şeytana lanet verin! Ve onun yaklaşmasına izin vermeyin! Yaklaşmasına izin vermeyin! Yaklaşmasına izin verme..."
Kadın delirmiş gibiydi; sarsılıyor, hıçkırıyor ve bağırıyordu. Ağzının kenarından salyaları akıyordu ve gözleri içe dönmüş, göz çukurlarında kırmızı birer kan çanağı kalmıştı. Donuk ilahisini tamamlamıştı ve şimdi hıçkırarak, histerikçe son kısmını tekrar ediyordu.
Kız öğrenciler yanındakilere sarıldılar, erkek öğrenciler sıralarını ihtiyatla geri çektiler. "Hocam..." diye sessiz yakarışlar duyuldu.
"Hocam... Ne olur..." Bu yakarışlar hocanın iğrenç kriz görüntüsünden değil, dediği sözlerin o anki etkileri yüzündendi daha çok.
"Allahım..."
“Hocam… yeter… lütfen… ne olur…”
Ve kapının önünü korkuyla boşalttılar; çünkü içlerindeki mükemmel uğursuzluk somutlaşmıştı ve koridordaki merdivenleri çıkarak bulundukları yere geliyordu.
"...izin vermeyin! Çünkü o sapkınlık, çünkü o sapıklık! Geliyor ve bize ruhunu gösterecek. Hayatımıza tecavüz edecek!"
Ve kapı açıldı. Öğrencilerin kalplerine sıçramış ateş parladı ve kalplerini tutuşturdu. Öğretmen kör olmuşçasına, şuursuzca kapıya koştu ama çıkış yerine duvara girdi; tok bir kemik sesi çıktı ve kadının burnuyla alnından kanlar akmaya başladı. El yordamıyla kapıyı sonunda buldu ve koştura koştura uzaklaştı. "Allah belanızı versin! Lanetli kafirler! Allah belanızı versin!" Mide bulandırıcı sesi koridor boyunca kadın gözden kaybolana dek yavaşça yankılanıp azaldı ve nedense hiçbir sınıfın kapısı meraklı kişiler tarafından açılmadı.
Şimdi herkes kapıya bakıyor, içeriye neyin geleceğini dehşet içinde bekliyordu. Gökyüzü karanın karası olmuştu ve bir anda başlayan yağmur da en az gökyüzü kadar karaydı. Az önce çıldırmış olan koru şimdi ölümcül bir sakinliğe bürünmüştü.
Ve içeriye O girdi. Yavaşça yürüdü ve kapıya en yakın sıraya oturdu. Öğrencilerin korkusu bir anda dindi; ama bu dinme daha çok korkunun geçici bir sessizliğe bürünmesi gibi bir şeydi. Sanki fırtına öncesi sessizlik evresine girmişti ve şimdi ölümcül bir meraka dönüşmüştü.
İçeriye giren bir öğrenciydi; o gün okula gelmemiş olan arkadaşları. Ama değişmişti ve herkes dış görünümünün bu değişimin küçük bir kısmı olduğunu az çok sezebildi. Oldukça irileşmiş, boyu ve kilosu düzenlice artmıştı. Birazcık göbeği çıkmıştı ama dikkat çekmiyor, mükemmel görümünü bozmuyordu. Eskiden sönük olan teni artık ateşte kızarmış gibi kararmıştı. Bunu teninin tek gözüken yeri olan yüzünden anlayabiliyorlardı. Burnu törpülenmiş, gözleri irileşmiş, kaşları gürleşmiş ve yüzünün şekli yuvarlaklaşmıştı; yüzü keskin bir yakışıklılığa bürünmüştü. Sol yanağında derin bir yarığın boydan boya izi vardı; çok eski bir yaraya benziyordu, bir günde olamayacak şekilde.
Yeni bir okul forması şişmiş, kaslı vücudunu örtüyordu, ellerini de siyah eldivenler gizlemişti. Teninin gözüken tek tarafı yüzüydü.
Gözlerini, korkularını unutup ağızları açık şekilde kendisine bakan sınıfa çevirdi.
"Yanıma gelin arkadaşlarım, yanıma gelin ve merakınızı dindireyim. Korkmayın, kimse tarafından rahatsız edilmeyeceğiz." Sesi mükemmelce evreleşmişti, itaatkâr bir tondu ama kesinlikle sakınılması gereken bir tını barındırıyordu derinlerde.
Yavaşça da olsa sınıfın arka tarafına sinmiş topluluk kıpırdandı ve itaatkâr sese kapılmışçasına ama yine de temkinli olarak arkadaşlarına doğru yürüdüler. Tek bir kişi arkada kaldı ve titrek bir sesle bağırmaya çalıştı. "Onunla konuşmamalıyız, onunla görüşmemeliyiz! Öğretmenin dediklerini hatırlayın!" Ama kendisine atılan tek bir bakış çocuğu susturdu; hatta öyle ki düşüncelerini bile susturdu ve ayaklarını sürüye sürüye köşede oturan arkadaşının yanına gitti.
Kısa bir süre içinde tüm sınıf gizemli gencin etrafını sarmıştı, en çok yaklaşanlar kızlardı ve yanına da az önce karşı çıkan erkek öğrenci oturmuştu. Mükemmel bir koku yayılıyordu; burun deliklerini gıdıklayan ve sinirlere tatlı bir iletimle beyni ölçüsüz bir şevkle dolduran bir koku. Kızlar bu yüzden daha yakına yanaşmışlardı, hepsi baştan çıkmıştı ve kendilerini bu ne olduğu belli olmayan gencin kucağında hayal ediyorlardı ve hatta bazıları mastürbasyon yapmaya başlamıştı. Erkekler için de durum aynıydı, koku onları da baştan çıkarmıştı ama onların hayal ettiği şey bu genç ile eşcinsel bir ilişki değildi. Bazıları yanlarındaki kızları soymaya çoktan başlamıştı; birkaç kızın göğsü çıplak kalmıştı ve bir ikisi de eteksiz. Gizemli genç, sınıfın sapkınlığa sürüklenişini tanrının yarattığı her şeye büyük bir kâfirlik göstererek kısa bir an için seyretti.
"Yeter!" diye kükredi sonunda. Kükreyiş, tarihteki tüm karizmatik liderlerin seslerinden daha etkili ve buyurgandı. "Buraya bastırılmış hayvanlıklarınızı izlemeye gelmedim!" Sesi birden normale döndü. Cinsellikten bir anda ilgisini çeken sınıfa memnuniyetle bakarak konuştu. "Bugün buraya iki şey için geldim: Birincisi beni bir günde değiştiren olayı size anlatmaya; ikincisini ise anlatacaklarım bittiğinde söyleyeceğim. Anlatacaklarım son söyleyeceğim şeyi aklınızın birazcık kavrayabilmesi için, gerçi buna gerek yok ya!" Öyle güzel tonda bir kahkaha attı ki sınıftakilerin hepsi kendilerini zevk içinde kaybettiler, ama bu sadece sınıftakiler için geçerli değildi; orada kim olursa o koyu ama berrak tınının akışına kapılıp kim bilir neler hayal ederdi. Kahkahanın ardından sınıfın üzerindeki hipnoz etkisini birazcık geri çekti; ama asla özgür iradelerini kazanacak kadar değil.
"Bana ne olduğunu merak ediyor olmalısınız, hipnoz etkisindeki beyninizle ve hala var olup da kontrolü ele geçiremeyen özgür iradenizle. Kendinizi zorlamayın, iradeniz hala sizin elinizde -kendinizi bana düzdürme isteğinizin hipnozumdan kaynaklandığını düşünmeyin sakın!-, o yüzden korkmayınız ve beni sessizce dinlemenizi rica ediyorum. Görüyorsunuz ki vücudum değişti; boyum, kilom, kas kitlem, tenimin rengi, hepsi imrenilecek bir mükemmelliğe dönüştü. Kişiliğim de evrim geçirdi ve fiziksel görünümümle birleşince dayanılmaz oldu; bana bir bakışınız bile benimle seks yapma arzunuzu dürtüklüyor. Artık akıllıyım; akıllı bir insandan çok daha akıllıyım; yıllardır çalıştığınız boktan ÖSS'nizi birkaç dakikada çözebilirim ve bir devleti, bana karşı söylenen tüm politik yalanlardan arınarak ve bu yalanları kendim kullanarak yönetebilirim. Ya da bir -bu- ülkeyi bataktan tek başıma kurtarabilirim! Kısacası, artık mükemmel bir insanım; her yönden tam, bütün bir varlığım; şeytanın haklı olarak secde etmediği Âdem’in bile kıskanacağı bir insan varlık! Hah! İnsan!"
"Her şey, size anlattığım o ışıkla başladı. Nasıl da dalga geçiyordunuz ama! Halüsinasyon diyordunuz, hah! Halüsinasyon hakkında ne bilirsiniz ki?! İşte o ışık o gece... Dün gece bana tekrar göründü. Bu kışın ne kadar çetin geçtiğini görüyorsunuz; ama dün gece hayatımın en sıcak gecesiydi, üstüme hiçbir şey örtmemiştim ama yine de terden sırılsıklam olmuştum. Uyurken yatakta kaç defa sıkıntıyla döndüğümü tahmin edemiyorum. Uyanık olsam da sayabileceğimden fazlaydı. Hiç anlayamadığım ve hatırlamadığım kesik kâbusların ardından o beyaz ışık gecenin sıcaklığını silerek parladı. Aynı anda gözlerimi açtım ve uykumdan sıyrıldım- kalbim parçalanacakmış gibi atıyordu. Hemen odamın ne kadar aydınlık olduğunu fark ettim. Penceremi açtım ve onu gördüm; batıda, karanlığın içinde sinsice parlıyordu. Şimdiye kadar gördüğüm en parlak zamanıydı ve araştırılması için yalvarırmış gibi sempatik bir donukluk yayıyordu. Sizin dalga geçmeniz kulaklarımda yankılandı sevgili arkadaşlarım… ve küçük bir el feneri alıp kendimi dışarı attım."
"Işıltılı bir dolunay vardı ve ister istemez aklıma ışığın uzaktaki büyük bir yansıtıcı yüzeyden yansıyan ay ışığı olduğu geldi. Ama öyleyse bile dibine gidip tam olarak ne olduğunu öğrenmeyi kafama koymuştum. Gecenin sessizliği içinde yürüdüm. Evimin şehir dışında olduğunu bilirsiniz; kilometrelerce etrafı karanlık çayırlarla çevrilmiştir ama dün geceki kısa yürüyüşümden sonra batı*1 tarafında bir ormana rastladım. Eğri büğrü ağaçların oluşturduğu bir geçitle ormanın içine ilerledim. Fenerimin sönük ışığı ağaçların hepsinin ölü olduğunu gösteriyordu. Ormanın içine indikçe ağaçlar dikleştiler ve yaşlı görünümleriyle groteskliklerini kaybettiler. Artık ölü değillerdi. Görebildiğim kadarıyla ormanın hiçbir sakini yoktu: ne bir insan ne bir hayvan. Bir an için ışığı kaybettim, kalınlaşan ağaç gövdelerinin arkasında gözden yok oldu ve dolunay da bulutlarla örtüldü. Fenerimin önündeki bir buçuk metrelik alan dışında her yer zifiri bir karanlığa gömüldü. O anda korkuyu tattım ve ormanın daha önceden var olmadığını hatırladım. Arkamı dönüp kaçma arzusu benliğimi ele geçirdi. Ama arkamı dönüp koştuğumda dibi anaforlar oluşturmuş sislerle örtülü bir uçurum karşıma çıktı. Fenerimin ışığı oldukça güçsüzdü ama derindeki sisleri görmeme izin verecek kadar da canlıydı. İlerlemek yapılacak tek şeydi ve bunu büyük bir panik içinde gerçekleştirdim. Görüşümün, silik ışık eşliğinde bir buçuk metre olduğu ormanda delicesine koştum, engin karanlık içinde nefes alan tek canlının kendim olduğu düşüncesi dayanılmaz bir klostrofobi duygusu yarattı. Birkaç dakika sonra ayağım kalın bir dala takıldı ve düştüm. Fener elimden kaydı ve düşerek söndü. Tek düşüncem feneri bulmak üzerinde yoğunlaştı ama bunu başaramadım. Boş umutlarla yerlerde süründüm ve oradan gitgide daha da uzaklaştım. Sonunda vazgeçtim ve yarı delirmiş bir vaziyette dolanmaya başladım. O şekilde ne kadar zaman geçirdiğimi bilmiyorum; o anki ruh haliyle yıllar gibi gelmişti. Sonunda ayağıma sert ama hafif bir şey çarptı. Çömelip yeri yokladım ve fenerimi buldum; aklımdaki delilik perdesi derhal kalktı. Işığı yaktım ve düşüş konumunu hesaplayıp önceden ilerlediğim yöne devam ettim. Doğru yolda olduğuma dair bir his vardı içimde; lakin bulutlar çekildiler ve donuk beyaz ışık tekrar parlamaya başladı. Artık oldukça yakındı."
"Etrafımdaki ağaçlar artık eşi benzeri olmayan mükemmellikte birer sütuna benziyorlardı. Gövdelerinin çapı ve kalınlığı fevkalade bir uyum içindeydi, her birinin yarıçapı on beş metreden fazlaydı ve yüzlerce metre yükseklikteki gözükmeyen yaprakları, dolunayın ışığını şiddetli bir yeşillik içinde topluyordu. Eğer bu ağaçların tepesinde ağaç evler olsaydı, kesinlikle kutsal varlıklar yaşardı diye düşünmekten kendimi alamadım. Ve beyaz ışık artık az bir mesafe ötede parlıyordu; cennetin unutulmuş bir köşesinden inme muazzam ağaçları arkamda bıraktım ve ışıkla yüzleşmek için açığa çıktım."
"Orası ulu ağaçların çevrelediği oval bir mekândı. Paslı demir kazıklarla çevrelenmiş bir mezarlık vardı ve tam ortasında küçük bir mabet konuşlanmıştı. Işık mabedin içinde parlıyordu ama henüz neden kaynaklandığını görememiştim. Soğukluğu hissederek yaklaştım; soğukluk davetkârdı. Mezarlığın paslı kapısı gıcırdayarak açıldı: oraya gelene kadar duyduğum en yüksek ses. Şimdiye kadar sakin olan hava şiddetsiz bir rüzgârla bulandı ya da ben öyle hissettim. Birkaç tane mezar taşı vardı, dağınıkça yerleştirilmişlerdi; yamru yumruydular ve ufalanmışlardı. Üzerlerindeki isimleri görünce tereddüt etmeden kaçmam, yutan korudan çıkmanın bir yolunu bulmam ya da kendimi dibini sislerin perdelediği uçuruma bırakmam gerekirdi; ama bunların hiçbirini yapmaya cesaretim yetmedi. Belki ulu ağaçların etrafımı çevrelemesindendir ve onların enginliği arasında kendimi sadece birer taştan ve isimden oluşan anıtların yasaklılığından güvende hissetmemden kaynaklanmıştır bu cesaretsizlik. Çünkü insanoğlu, tehlikenin en somut halini görmeden pek az durumda tedbir alır... Şimdi beni dikkatlice, ürkmeden dinleyiniz arkadaşlarım; mezar taşlarında yazan isimler şunlardı: Satan, Diabolus, Mephisto, Azazel, Baal Zebub..."
"Körleşmiştim; heyecanımla, korkumla ve merakımla. Ve o isimlerin nasıl varlıklara ait olduğunu düşünemeden mabede girdim. Küçük binanın ön cephesi geceye tamamen açıktı, sadece birkaç kırık sütun girişte sıralanmıştı. İçerisi ışığın parladığı yer dışında tamamen boştu. Terkedilmişe benziyordu ama terk edilmediği hissediliyordu. Soluk mavi duvar taşları, dolunay ışığını toplayıp donuk ışığa yansıtıyordu. Oraya doğru ilerledim ve ışığın parladığı yüzeyin bir ambar kapağı büyüklüğünde ve yassı olduğunu gördüm. Daha iyi görebilmek için tam önüne geçtim. O anda aniden dolunay ışığı kesildi ve içerisi ağır bir karanlığa gömüldü. Derhal arkamı döndüm ve giriş ile etraftaki ağaçların sonsuz bir karanlık içinde kaybolmuş olduğunu gördüm. Fenerim de sönmüştü ve ne kadar denediysem de çalışıp puslu karanlığı aydınlatmadı. Ve mecburen dönüp ışığı sönmüş büyük cisimle yüzleştim."
"Beni buraya sürükleyen bu cisim hayal kırıcı şekilde, tahmin ettiğim gibi parlak bir yansıtıcı yüzeydi ve karanlığa rağmen kendi loş görüntümü görebiliyordum. Ama bu yüzey normal bir aynadan çok farklıydı. Mutlak görüntüye dikkatlice baktım ve her şeyi gördüm; isteklerimi ve arzularımı, günahlarımı ve sevaplarımı, ruhumu tartan teraziyi ve buraya ne için geldiğimi... Ama bu yansıyanlar sadece küçük birer görüntüden ibaretti ve onları inceleme fırsatı bulamadım; isteklerimi gördüm ama onları tadamadım, günahlarımla sevaplarıma baktım ama ne olduklarını anlayamadım ve emin olun ruhumu tartan terazideki metaforu anlasaydım delirirdim. Yüzeye bakmak sanki bir kitaptaki konu başlıklarına bakmak gibiydi. Ve yüzeyin kendi iç benliğimden kopmuş bir parça olduğunu anladım; tüm kaosun içinde ben mutlak bir gerçeklik boyutunda önümdeki aynaya değil, dikkatlice kendime bakmaktaydım."
"Bu son dediklerime rağmen anlattıklarımın sadece zihnimde gerçekleşen olaylar olduğunu söyleyemem; çünkü yansıtıcı yüzeye dokundum ve vücuduma yaydığı soğuğun acısı her zihni derin rüyalardan uyandırabilecek kadar kuvvetliydi. Ve dokunmamla beraber yere yassı şekilde duran yüzey içe kayarak küçük bir geçidi ortaya çıkardı. Zemindeki geçidin açılmasıyla bulunduğum yere hücum eden havanın kokusu her şeyi anlatıyordu: bir adım daha ve artık değişik bir âlemdesin. O adımı attım ve aşağılara uzanan merdivenin ilk basamağına bastım. Birkaç adım indim ve yassı yüzey arkamda kapanırken bulunduğum yerden dışarıda dolunay ışığının parladığını ve ışığın renk verdiği ağaçların gövdelerini gördüm..."
"Geri dönüş hakkının tanındığını ve bu hakkı kullanmak istemediğimi anladım; çünkü geçide girmemek aklıma bile gelmemişti. Buna üzülmediğimi fark ettim. Karanlık içinde taş merdivenleri ihtiyatla inerken tutukluk yapmış olan fenerimin sönük ışığı tekrar parladı.
Gölgeleri daha belirgin yapan zavallı fener ışığının eşliğinde spiral merdivenlerden ne kadar sürede indiğimi bilemiyorum. O merdivenlerden inmek sanki kendi zihnimin avlusunda tepkisizce dolaşmak gibiydi. Garip bir uyuşukluk tüm bedenimi sarmıştı ve düşünmemi ve ya tepki vermemi engelliyordu. İniş tamamlandığında bu durum aniden sona erdi."
"Girdiğim yer oldukça genişti, boğucu karanlık yüzünden hiçbir şey görülmüyordu ama geniş olduğu hissediliyordu. Zayıflayan fenerim anca bir metre önümü ve bu mesafenin biraz ilersindeki havadaki toz taneciklerini belirginleştiriyordu. Zemin dizime kadar sise boğulmuştu, sis tabakası bastığım yeri göstermeyecek kadar kalındı. Orasının antik bir yeraltı şehri olabileceğini düşündüm ve öte yandan garip bir his de düşüncelerime yerleşmişti. Bu hissin ne olduğunu orada dolaştığım sıralar asla tam olarak anlayamadım ama şöyle anlatabilirim: Orasını daha önceden kesinlikle görmemiştim ama görmüş gibiydim; orada daha önceden kesinlikle yürümemiştim ama yürümüş gibiydim ve orada bulunurken tarifsiz bir yakınlık duygusu içindeydim."
"Belirli bir yön seçmeden etrafı araştırmaya başladım ve bir saat kadar sonra o çok geniş meydanı aşmıştım ve buranın bir yeraltı şehrinden çok bir yeraltı evine benzediğine kanaat getirmiştim. Etrafta kilitli tahta kapılar vardı. Ve tabi ki kilitli olmayanlarına da rastladım..."
"Bir tanesinin ardında bir yatak odası duruyordu. Fenerimin ışığı ahşabı çürümüş bir ranzayı aydınlattı. Üst katındaki çarşaf boydan boya kurumuş kanla kaplıydı. Ani bir tiksintiyle feneri yana kaydırdım. —Ben de ranzada, üst kısımda uyurdum. Odanın ortasında tek ayağı kırılmış bir iskemle vardı. Karanlıklar içinde kalmış yüksekliği belli olmayan tavandan gerdanlıklı bir ip sarkmış salınıyordu. İskemlenin hemen yanında paslanmış demir bir masa üzerinde monitörünün ekranı kırık bir bilgisayar duruyordu. Kafası monitöre dönmüş, sadece o kısmı sarı ışığıyla aydınlatan küçük bir masa lambası, aydınlattığı bölgeyi sorgularmış gibi yanıyordu. O bölgede dumanlı bir hava hâkimdi. Sonra gözüme masanın hemen aşağısında şapırdayan bir birikinti ilişti. Bir anda görüntü netleşti; sarkan ipten kan damlaları yarışarak iniyor, monitöre damlıyor ve oradan da yere düşüyordu. Kapıyı kapamadan panik içinde uzaklaştım."
"O kan kime aitse yakınlardaydı, bunu hissediyordum ve karşılaşacağım kişinin benim gibi bir insan olacağı nedense aklıma gelmedi. Korkunun yanında kâbuslu hayal gücümün de etkisi altına girmiştim. Arkamdan biri kovalıyormuşçasına karşıma çıkan ilk kapıyı açtım ve karanlığın içine daldım. Bulunduğum oda genişti ve bir lunaparktan kesilmiş gibiydi; tam ortasında bir atlıkarınca vardı. Makine çalışıyordu, zeminle beraber dönen ve aynı zamanda aşağı yukarı oynayan binekler sinir bozucu bir gacırdama sesi çıkarıyordu. Demir binekler kırmızıyla törpülenmiş gibi baştan aşağı pas içindeydiler ve çürümüş gözenekleri kurumuş kanla doldurulmuştu. Şunu belirtmeliyim ki, çocukken atlıkarıncalara âşıktım ve bu aklıma gelmişti ki kendimi onlarca boynuzu olan gotik bir bineğin üzerinde o delilere has eğlence makinesine binerken buldum. Makine, etrafımdaki tımarhanelik atmosfere tamamen tezat güzel bir melodiyle dönüyordu. Küçük bir kız, doğum günü şarkısı söylüyordu. İyi ki doğdun; mutlu yeni hayatlar sana, iyi ki doğdun; mutlu yeni hayatlar sana… Şekil değiştirmiş, cehennem yaratıklarına benzeyen binekler ise umursamazca aşağı yukarı hopluyor, zeminle birlikte dönüyordu. Sakat bir hayal gücünün ürünü bu odada daha fazla kalmaya tahammül edemedim ve nasıl bindiğimi bilmediğim bineğin onlarca boynuzundan birini, destek alıp inmek için tuttum. Bineğin tuttuğum boynuzu sıcak kanla kaplıydı. Doğum günü şarkısı değişip çocuk sesinin hıçkıra hıçkıra ağlarmış gibi kesik kesik geldiği bir şarkıya dönüştü: güzel atlıkarıncam seni bırakmam, ölsem bile binerim sana, cehenneme gitsem bile binerim sana, yeni hayatımda bile binerim sana, mutlu yeni hayatlar bana. Bu şarkıya, bana adanmış bu şarkıya daha fazla tahammül edemezdim. Küçük bir çığlıkla kendimi binekten attım ve beni nereye götüreceğini bilmediğim koridorlar boyunca koştum. Az bir zaman geçmişti ki bir ses duyduğumu sandım. Biraz dolaşınca sesin yanılsama olmadığını anladım, bir kadın zevk içinde inliyordu. Sesin geldiği tarafa birkaç dakika boyunca ilerledim ve yolum bir kapı tarafından kesildi. Kadın o kadar şevkle bağırıp inliyordu ki hayvanca bir dürtüyle biraz durup dinleme ihtiyacı hissettim. Kapıyı açarken aklımdaki tek düşünce kadının o inleyişleri benim kucağımda yapmasıydı. Ama odaya girer girmez inleme kesildi, içeride kimse yoktu. Oda iğrenç kokuyordu, kan ve döl kokusu karışmış, tiksindirici bir kıvam oluşturmuşlardı. Etrafta bir sürü yer yatağı vardı. Üzerleri yer yer kan ve döl lekesiydi. Yatakların baş uçlarındaki duvarlarda zincirler ve kelepçeler asılıydı. Etraf vıcık vıcık kondomlarla kaplıydı. Uçları kanlı kırbaçlar ve vibratörler zeminde dağınıkça duruyordu. Fenerimi etrafta gezdirirken tekrar odanın ortasına yönelttim ve oradaki yatakta neredeyse orgazm olmuş çıplak bir kadının yüzü koyun yattığını gördüm. Büyük bir vibratörü cinsel organına hızla sokup çıkarırken kafasını arkaya çevirmiş bana bakıyordu. Görüntü öyle ani bir hızla yok oldu ki tepki bile veremedim. Yavaş adımlarla odanın karşısındaki kapıya yürüdüm, kadını gördüğümü sandığım yataktaki büyük vibratörden gözümü alamadım; kadını zevk içinde inleten vibratörden, odaya girdiğimde orada olmayan vibratörden."
"Odadan çıkarken boğuk bir ağlama sesi duydum. Kapıyı kapatıp karanlık koridorlarda hızla ilerlerken ses zayıfça yankılanıyordu ve ben karmaşık koridorlarda yön değiştirdiğimde dahi yankının tonu aynı kalıyordu. Sanki duvarlar ağlıyordu, ya da hayır; duvarların ardında biri ağlıyordu ve sesi benimle geliyordu. Kısa süre sonra sesin beynimde büyük bir acı uyandırdığını fark ettim; sanki ses, sinirlerimin içinden yayılarak beynime gelirken onları yakıyordu ve beynime gelen uyartılar burada patlıyordu. Çünkü ağlama sesinde bir üzüntü yoktu, bir acı yüzünden de değildi. Bu sapıkça bir ağlamaydı, zevk için diyemem -bu kavram yetersiz kalırdı-, sadece sapıkça, ya da sadistçe."
"Ve karşıma çıkan kapıyı tereddütsüzce açtım, sesin giremeyeceği bir odaya geçit vermesini umduğum kapıyı. İçerisi zifiri karanlıktı. İlk fark ettiğim şey zeminin taş değil toprak oluşuydu. Sesin kesilmiş olduğunu sonradan fark ettim ve gerginliğimi birazcık azaltan bir rahatlamayla odanın içerilerine ilerledim. Oda diye adlandırdığım mekânda ne kadar süre yürüdüm bilemiyorum; sanki bir hayatı yürümüş gibiydim ve yolun sonunda da hayatlarımızın sonundaki mutlak sonuca ulaştım: bir çift mezara. Aralarında birkaç metre mesafe vardı. Yaklaştıkça inanılmaz bir ürperti bedenimi sardı, titrememe engel olamıyordum ve kalbimin göğüs kafesimi yırtarcasına ritimsiz her atışını bir davul sesi gibi duyuyordum. İki mezarda tabut şeklinde toprak yığınından oluşuyordu. Üzerlerinde hiçbir ot türememişti, sadece sertleşmiş kara toprak ve mezar taşları... Pilleri nedeyse tükenmiş fenerimi mezar taşlarına tuttum ve tüm vücuduma şok edici bir sıcaklık yayıldı, dizlerimin bağı çözüldü, kollarım boşaldı ve fener de düşüp sonsuza dek söndü. Mezar taşlarında annemle babamın isimleri yazıyordu. Fenerimin ışığı sönmüş olmasına rağmen netlikle görebiliyordum; çünkü iki mezar arasındaki başka bir mezar çukurun derinliklerinden yayılan donuk ışık, taşları aydınlatmaya yetiyordu. Çukurun yanı başındaki dikilmemiş mezar taşını da aydınlatıyordu; benim ismimin yazılı olduğu mezar taşını. Tüm bunları görürken aynı zamanda artık işitiyordum da: ağlama sesi kesilmemişti, en baştan beri buradan, çukurun içinden çıkıyor ve yankılanıyordu. Sadist tınıya kesintili bir toprak kazma sesi de eşlik ediyordu. O anda mezarın içinde kimin olduğunu anladım, annemle babamı oraya kimin gömdüğünü, onların ölümüne ve kendi mezarının kazılmasına sapıkça ağlayanın kim olduğunu anladım ve tüm iradem düşerken ağlayıp çığlıklar atarak oradan kaçtım."
"Attığım çığlıklar beynimdeki perdeyi de kaldırdı ve bu yeraltı evinin gerçekte ne olduğu ve buraya nasıl girdiğim soruları bastırılmış korkumu tavana vurdurttu. Çığlıklar atarak bilinçsizce koştum ve karanlık tünellerdeki son odaya girdim."
"Bunun tarifi zordur, fanilerin anlaması beklenemez ve akıllarımız reddeder, ta ki gözlerimiz görene kadar. -ki bu da anca sizler ölünce olur.- Ama o son odada bu hissi aldım: ölmeden ölülerin aleminde olduğumun hissini. Orada yeraltı evinin sahibi oturuyordu çatlamış yekpare taştan bir tahtta. Küçük, dar bir odaydı; taht ve yine taştan yapılmış sunak dışında boştu; zevkine düşkün bilinen âlemsel kötülük ilahına yakışmayan bir oda... Gözyaşlarım donmuş, çığlıklarım kesilmişti. Karşımdaki yaratığa bakarken tamamen duygusuzdum, korkusuz ve heyecansız; yani bir deli. Tahtından yavaşça kalktı ve karşıma dikildi. - Onun tasvirini küçük ipuçları vermek dışında yapamam; çünkü bu yasak ve bu yasağı ondan intikam almak uğruna bile çiğneyemem, gerçi bunun bir önemi yok artık- Bana doğru hareketlendi ve onunla baş edebileceğimi sanarak bir yumruk savurdum. Elimi kolayca yakaladı ve inanılmaz güzel bir tonda fısıldadı: ben tanrının yaratısıyım ve onun yarattığı kutsallığa vurmak istiyorsun..." Cümlesi ruhumu, demir bakireye kıstırılmış gibi delik deşik etti."
"Bu cümleyi bir şeytandan duymak bana yaratılışın tüm öyküsünün, gerçek olsun ya da olmasın, paradoksal bir saçmalık olduğunu gösterdi ve yüzyıllardır insanların inandığı kavramların boşluğu ruhumu bitkisel hayata soktu. Gerçeğin kanıtı karşımdaydı, kolumu tutuyor, teni tenime deyiyordu; ama aynı zamanda kavramsal boşluğu vurguluyordu. Bu, benim için bile, kelimelerle anlatması zor bir paradoks… "
"Kolumu bıraktı ve yüzüme bir darbe savurdu ve işte: yüzümdeki bu ize neden olan derin yara oluştu. Artık onundum. Yanıma sokuldu ve elbiselerimi yırtıp bana tecavüz etmeye başladı. Direnecek iradem yoktu ve çaresizce katlandım. Odadaki sunağa yatırıldım ve yaratık eşcinsel bir ilişkiyi tercih ederek üstümde saatlerce gidip geldi. Gözyaşlarım çığlıklarıma karıştı; çığlıklar ise sadece acıdan değil aynı zamanda zevk yüzündendi. Ama bu şeytanın oyunuydu; çünkü ne kadar istemesem de delicesine bir zevk alıyordum. Sonunda yaratık sıkılmış olmalı ki organını içimden çıkartıp -şu halimle bile utanarak söylüyorum sevgili arkadaşlarım- benim isteğimle ağzıma soktu ve kötülük döllerini sarsılarak boşalttı."
Genç, hikâyesindeki günahın ta kendisi bu tecavüz sahnesini anlatırken hipnoz altındaki sınıf da bastırılmış hayvanlıklarını tekrar yaşıyordu. Çoğu sekse başlamıştı ve birbirlerinin kucaklarında bilinçsizce inliyorlardı. Kızlardan biri, değişmiş gencin cinsel organını açmış ve kucağına oturup onu içine almıştı bile. En başta O'nunla konuşmamaya karşı sınıfı ikaz etme cüretini gösteren öğrenci de tek eli O'nun kaslı vücudunda dolaşırken diğer eliyle de mastürbasyon yapıyordu.
Karşısındaki iğrençlik sahnesini bu sefer kesmedi ve hikâyesini bitirmeden önce tohumların karışmasında sakınca görmedi. Kucağındaki kızın içine boşalıp, nazikçe kucağından kaldırırken -ve yanındaki gencin, boş kalan cinsel organını ağzına alma girişimini engelleyerek- hikâyesine devam etti.
"Şu basit hayvanlığınızı bölmeyeceğim ama düzüşürken bir yandan da beni dinlemenizi rica ediyorum, sevgili arkadaşlarım."
"Şeytanın tohumlarını o anda düşünmeden yuttum. -Buradaki bizi sınıra iten çılgınlığı hissedebiliyor musunuz? Şeytanın ta kendisi, kendi icadı en büyük günahlardan birini kendi gerçekleştirirken bir insana ihtiyaç duyuyor. Bu ironi zihninizi yakabilir...- Sonra yaratık normal bir ilişkiyi tercih etti ve bu tecavüz olayında bu sefer ben erkek rolünü üstlendim. Karşımda dünyanın en güzel kadınları vardı, kimi istersem kendimi onu düzerken buluyordum ve hiçbir insanın şimdiye dek tatmadığı bir cinsel zevk alıyordum. En acısı, dünyanın en güzel kadınlarını orada düzerken aslında beraber olduğum şeyin bir şeytan olduğunu daima bilmem ve bunun verdiği korkuya ve deliliğe karşın bu zevki yaşamamdı. O an oradan bir çıkış yolu olsa, inanın yaptığım şeyi bırakıp kaçıp gidemezdim. Buna rağmen o sahne bir tecavüzdü; -şeytanı benim düzdüğüm an bile şeytanın bana tecavüzüydü- ben O’nu gördüm; hiçbir varlık habisliğin lorduyla kendi özgür iradesiyle beraber olmaz. Orada zevk çığlıkları atarak ateşlice sevişmemin nedeni bunu şeytanın istemiş olmasıydı. İnsanın aklını delen şey ise -ve benim de vurgulamak istediğim- bu çılgınlığı bilerek, zevk almaya istekle devam etmemdi..."
"Dönüşümlü olarak günlerce seviştik ve O defalarca tohumlarını içime akıttı ama benim düzdüğüm kadınlarla sadece oral yollu boşalma yaşadım. Küçük oda, sunak ve taht, kötülüğün sapıklığıyla karıştı ve bana, cennetteki yüksek zirvelerinden, sevişmemizi dehşetle izleyen meleklerin varlığını unutturdu. O anlarda Tanrı yoktu. Allah yoktu. Kötülük dolu bu sahne hüküm süren yegâne şeydi.”
“Rıza edilmiş tecavüzden sıkılınca doğrulduğunu hissettim yaratığın. O anda müthiş bir boşluğa düştüm. Korkunun baskın olduğu onlarca duygu, yaratığın tenini üstümden çekişiyle fırsat bulmuşçasına yüklendiler üzerime. Elini bana doğru uzattı. Bu elin gerçekleştirdiği ne günahlar vardı: bir şeytan eliydi bu. Ama eli tuttum, üzerime kapanan duygu selinden kurtulmak umuduyla tuttum; sanki ben boğulmadan evvel o selden beni çekip çıkaracakmışçasına. Elimi sıktı, bir an güldüğünü düşündüm. Bir bez bebeği savururmuşçasına, elimi bırakmadan tüm vücudumu yukarı savurdu ve aynı hızla aşağı çekerken, vücudumun kırılganlığına aldırmadan bedenimi sunağa şiddetle çarptı.”
“Parçalanmadım ama sunağa o hızla gerçekten çarpmış olsam parçalanırdım. Zaten o anda ne olduğum ya da olabileceğim önemli değildi. İblis beni Tartaros’a*2 geçit veren kapıya vurmuştu sanki; çünkü Cehennem’e bakmaktaydım…”
“ Cehennem’in tavanında salınıyordum. Tek elim diğer boyutta kalmıştı. Şeytanın elimi sıkıca tuttuğunu hissediyordum. Ardından şeytanın vücudu var olmaya başladı hiçlikten. Yavaşça geçti görünmez geçitten; evine giren birinin hissettiği güvenle ve rahatlıkla. Kollarından birini vücuduma doladı. Ve uçmaya başladı. Şeytan bana cehennemi gezdiriyordu!”
“Ah sevgili insan arkadaşlarım, yanımdaki şeytandı, Vergilius değildi. Ve ben de Dante değildim; Cehennem’den çıktıktan sonra sırada Araf ve Cennet yoktu. Cehennem’in tavanında uçtuk, Cehennem’in göğünde uçtuk. Sanki bir Manes’tim*3 ve şeytan da nerede acı çekmem gerektiğini gösteren düşmüş bir melekti. Acı çığlıklarını taşıyan rüzgârlar nereye eserse onun ters yönüne gittik; çığlıkların kaynağına ulaşalım diye. Kitlelerin katledilip yeniden diriltildiği, en iğrenç ve en yavaş ölümlere mahkûm edildikleri, boğazları patlayana kadar çığlık attıkları yerleri gezdik. Milyonlarca insanın toplu halde yandığı yangınların üzerinden geçtik, daha fazlasının ise çırılçıplak şekilde donmaya bırakıldığı buz diyarlarını seyrettik. Yanmış cesetlerin kömürlerinin buz diyarlarında olanlara yemek olarak verilişini, yangınla boğuşan ölülerin ise birkaç damla su için donmuş cesetleri yaladıklarını izledik. Cesetten dağların zirvelerinde uçuştuk. Dağlar kilometrelerce yüksekti ve alabildiğine uzanıyordu: canlı cesetlerden oluşmuştu. Cesetlerin çoğu parçalanmıştı ama her parçada hayat vardı. Parmaklar, kollar, hatta cinsel organlar kıvrılıp büzülüyor ama ilerleyemiyor, gözler açılıp kapanıyor, kelleler çığlık atıyor, dağılmış milyarlarca kulak ise bunları duyuyordu. Çürümüş, parçalanmış cesetlerin hiçbiri hareket edemezdi ama acıyı, kokuyu, açlığı ve susuzluğu hissedebilirlerdi. Konuşabilirlerdi. Çığlık atabilirlerdi. Çığlık atan dağlar…”
“Cehennemi gezdik. Saatlerce, günlerce, aylarca. Ama sadece iki kapısını*4 görebildik; karanlık, ağır kapıların mazgalları göğü deliyordu.Bana hep fısıldıyordu. Zaman geçtikçe beni uyarırcasına fısıldıyordu. Gördüklerin, Tanrı’nın yarattığı bu mekânın, aklının alamayacağı kadar küçük bir kısmı. Anlamıştım. Bütün bu gördüklerim, koca bir dünyadaki tek bir toplu iğrenin ucundaki tek bir atomdu. Cehennemin boyutları sınırsızdı. Bir günahkâra, bizim dünyamızın boyutları kadar bir yer ayrılmış olabilirdi ve o günahkâr oranın, her köşesindeki işkenceleri sonsuz yıllar boyunca çekerdi. Hala düşünürüm, acaba Cennet de bu kadar büyük müdür…”
“Size bu kadar büyük bir yeri nasıl anlatabilirim? Hangi kutsal dil yeter bunu insan beyinlerinize kavratmaya? Cehennem hakkında yazılan tüm kitapları, şiirleri, şarkıları unutun. Demin tanımladığım birkaç sahne bile asıl görüntüleri karşısında saçmalık kadar sade kalıyor. Size basit bir açıklama yapayım: Tanrı’nın yarattığı bu mekânda, Tanrı yoktu. Burayı yaratmış ve çekip gitmişti. İçinde ne olduğu umurunda değildi. Tanrı bizzat işkence için bir mekân yaratmışsa ve içinde neler döndüğün de umurunda değilse, inanın bana, bunun daha ötesi olamaz.”
“Esiri olduğum habis yaratık beni büyük, ateşten bir gölün önünde bir kazığa bağladı. Kendisini bir daha görmeyeceğimi söyledi. Kalbimin derinliklerindeki arzuların gerçekleşmesi için seçildiğimden bahsetti… Sonra cehennem göğüne yükseldi ve yukarıda bir yerde görünmez geçidinden girerek gözden kayboldu.”
“Yalnızlık içimde kabardı. Çırpındım ama şeytanın düğümünü çözmek imkânsızdı. Göl fokurduyordu. Etrafta kimse yoktu, ne bir ceset ne bir ruh. Ne bir iblis. Yalnızlık… O kazığa bağlı ne kadar kaldım orada bilir misiniz? Yıllarca cevabı küçük ve sevimli kalacaktır. Açlık, susuzluk, yalnızlık. Fani dünyada ölmemiştim ama cehennemde işkence çekiyordum.”
“Sonra göl yükselmeye başladı. Ne kadar zaman sonra oldu bilmiyorum. Bir gün ansızın yükselmeye başladı. Önce ayak parmaklarımı haşladı, sonra diz kapaklarımı. Sonra ağzınıza almaya can attığınız organımı. Ellerimi, kollarımı ve göğsümü. Boğazımı. Etimi büzüştürdü, kararttı, mangal üzerindeki biftek gibi cızırdattı. Sinir uçlarım patladı. Acı sürekli oldu. Sürekli, dayanılmaz ama bir süre sonra anlamsız. Hiçliğin ortasında, fokurdayan turuncu bir göl üzerinde, sonsuz bir ufka doğru çığlık atan bir kafa olarak kaldım süresiz zaman boyunca. Bütün vücudum yanıp iğrenç kıvrımlarla bezendi. Bu yüzden yüzüm dışında derimin başka bir yeri açıkta değil. Bağırdım, çağırdım ve Tanrıya dualar ettim boşu boşuna. Ama burayı yaratan kutsallık, kendi yaratısını terk etmişti. O yüzden şeytana haykırdım, beni buraya sokan şeytana.”
“Anlatacaklarım burada bitiyor, sevgili arkadaşlarım. O maraz parodide, kendi ilahi komedyamda milyarlarca göz kırpıştan biri ve saliselik hareketin finali, yani göz kapaklarımın tekrar açılması: kendi odamda, kendi yatağımda yatmaktaydım. O göl, benim Samsara’m*5 olmuştu; değişmiştim.”
“İnanılmaz gelmediğini biliyorum. Hepiniz inanıyorsunuz. Anti kutsal ve kuvvetli auramı hissedebiliyorsunuz. Bir gecede değişmiş vücudum ve kişiliğim, sizi hipnoz altına sokabilmem, beni dinlerken yaptığınız azgınlıklar, hepsi birer kanıt. Ama bütün bunları şeytanın işi diye kabul etmenin dışında başka bir yol olamaz mı? Bir bilimsel açıklaması? Belki de psikolojik bir hastalığın ben uyurken beynimde oluşturduğu kimyasallar işlevsiz bir geni harekete geçirmiştir ve gen sayesinde vücudum bir gecede metamorfoz geçirmiştir? Bunlar, olaya şeytan ve ya ilahi bir mucize katmaktan daha mantıksız geliyor değil mi? Evet arkadaşlarım, öyle; çünkü sizler de arzuya sahipsiniz. Ama maalesef ben seçildim. Şeytan beni seçti, bense sizleri seçtim.”
“Muhtemelen şeytanın kontrolü altında olduğumu, ruhumu tamamen O’na verdiğimi ve dünyaya kötülük salmam için bizzat şeytan tarafından yollandığımı sanıyorsunuz. -Hah! Şeytanın insan mesihi- Ve muhtemelen ilk kurbanlarımın da kendiniz olduğunuzu düşünüyorsunuz. Buraya sizi öldürmeye geldim, değil mi? Zavallı insan beyinlerinizin ilk düşüneceği şeyler bunlar, bu tip klişeler. Ama yanılıyorsunuz. Gerçeği tam olarak bilmiyorsunuz. Sizin için daha parlak planlarım var.”
“Zamanın var olmadığı o gecede, şeytanın küçük taht odasında beni düzdüğünü hatırlayınız. Habis yaratık bile bilemezdi böyle bir şeyin olacağını. Belki müthiş istek ve zevk, belki de cehennemdeki göl suyunun vücudumu yakan, değiştiren yapısı. Bir şey iblisin tohumlarını besledi, büyüttü ve içimde gelişmesine izin verdi. Kötülüğün lordu beni hamile bıraktı, önemli olan tek şey bu!”
“Düşünüyorum da, dünyanın da cehennemden farkı yok. Cehennem tabiatüstü bir mekân, dünya ise göreceli bir gerçeklik taşıyor. Bunun dışında ikisi de aynı: iki tarafta da Tanrı yok. Tanrı iki tarafı da terk etmiş. Çocuklarımı böyle bir dünyaya doğuracağım. Tanrının olmadığı bu dünyada ben ve şeytan çocuklarım hüküm süreceğiz, Cehennem iblisleri bizi kıskanacaklar. Kur’an, İncil ve unutulmuş pek çok kutsal kitaptaki adı geçen şeytan artık ben olacağım, kanlı canlı, insan gözüne gözüken, cisim bulmuş bir varlık; insanların sadece okuduğu, hayal ettiği, yazdığı ve çizdiği bir varlık değil. Ama önce çocuklarımı doğurmalıyım, onlardan bir ordu oluşturmalıyım. Endişe etmeyin; Tanrı, yarattığı biricik dünyasındaki değişikliği fark ettiğinde bizler kozmosu fethetmek için hazırlanıyor olacağız! Ve kim bilir, bir gün belki… Hayır, bunlardan söz etmek için henüz erken! İlahi sapıklığımın sizi altüst etmesine izin vermeyin; sizlere ihtiyacım var. Kendinizi şanslı sayın, sevgili sınıf arkadaşlarım. Çünkü bu ulu amaç için seçildiniz. Bazılarınızı doğacak çocuklarıma yedireceğim. Bazılarınızı ise onlarla çiftleştireceğim. Sizler şanslısınız. Sizler Şeytan’ın ilk hizmetkârlarısınız.”
2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder