Kara Hayal Rıhtım’ı Üzgünce Sunar:

Kuşlar Nerede Ölürse


Bölüm 5


5.

Üç uzun boylu savaşçı kare şeklindeki masanın başında gergince oturuyordu. Oturdukları sandalyeler, şarap testisini taşıyan masa, tepelerindeki kırmızı gri lamba ve kamaradaki diğer mobilyalar adamlara bir şekilde tanıdık geliyordu. Bulundukları gemiyle ilk yolculukları olduğuna yemin edebilirlerdi, ama çok uzak bir anı onlara öyle olmadığı fısıldar gibiydi.

“Bunun tesadüf olmadığı açık.” dedi sarışın savaşçı, kafası karışmış halde. “Hepimiz hissediyoruz. Yine de burada daha önceden bulunmuş olmamız kabul edilemez.”

“Mistik bir denizde yol alıyoruz. Ama bu kara gemiye daha önceden ayak basıp hatırlamamamız benim için de bir muamma.” diyen başka bir savaşçı, garip desenlerle kıvrımlı, mücevherlerle süslenmiş eldiveniyle şarap bardığını kavradı.

“Bunu anlamaya bir tek ben mi mahkumum?” diye feryat etti diğer köşedeki. “Bu gemide ve ya başka bir yerde, biz hep birdik. Sizleri tanımıyorum, ama tanımış olduğumu biliyorum.”

“Ne demek istediğini sanırım anlıyorum. Ama nasıl anladığımı bilmiyorum!” diyen adam, eldivenli elini kaldırıp şarabını yudumladı.

Turuncuya çalan zırhı içindeki sarışın savaşçı “Granbretan köpekleri gibi...” derken, diğerlerinin soru soran gözleri üzerine çevrildi. “Maskeler takarlar... Onları tanımasanız bile, hepsi kendi çılgınlıklarında o kadar kavrulmuştur ki, bir şekilde tanıdık gelirler.”

“En azından bu konuda hemfikiriz. İnanın bana, uzak diyarlardan gelmiş olsak bile aynı kaderi paylaşıyoruz. Daha fazlasını açıklayamam, çünkü ben de bilmiyorum!” Köşedeki savaşçı kısa bir an için nefesini tutarmış gibi bekledi. “Ayrıca inancım, geldiğimiz yerlerin tamamen farklı olduğu üzerine. Kör kaptanımızın gemisi bizleri ayrı dünyalardan toplayıp bir araya getirdi.”

“Korkarım ki bu fikrin de kabul edilemez derecede, dostum Erokose.”

Tek eli eldivenli savaşçı araya girdi. “Bu, biraz bağnazlık olmuyor mu, Hawkmoon? Benim dünyamda ne Granbretan diye bir ülke ne de onun maskeli sadist sakinleri var.”

“Ama Granbretan’ın kanlı eli henüz tüm dünyayı sarmadı. Asiacommunista ve ötesinde nelerin yattığını kimse bilmiyor. Pekala da o civardan olabilirsiniz.”

Eldivenli adam kafasını sallarken Erokose konuştu. “Hawkmoon, hepimizin farklı boyutlarda maceraları oldu... ya da olacak. Kaderimiz aynı çizgiden gidiyor. Farklı boyutlar varsa, farklı dünyalar neden olmasın?”

Hawkmoon göğüs plakasını neredeyse genleştirecek bir nefes çekti içine. “Evet, galiba haklısınız. Haklı olduğunuzu biliyorum. Ama yine de bu... garip.”

Prens Corum, tek eli eldivenli olan, hafifçe gülümsedi. “Uzun saatlerden beri gizemcilik ve paradokslar hakkında konuşup duruyoruz. Bu konuları biraz olsun kapayıp şarabın tadına varabiliriz, eh Erokose?”

Yüzünde eski savaşların yaraları kazılı adam kadehini kaldırarak belli belirsiz gülümsedi. Yine de yüz hali melankoliden kurtulamıyordu.

“Doğru.” dedi Hawkmoon. “Belki de bunları kaptanla konuşmalıyız?”

Erokose’nin gülümseyişi yayıldı ve ironik biçimde, melankolik yüz hali kayboldu. “Dostum Hawkmoon, kaptanın bize açıklayıcı bir şeyler anlatmasını beklemek, bu sisli doğaüstü denizde dümenin başına bizzat kendimizin geçmesi kadar çaresiz olacaktır.”

Üçlü, abanoz basamaklı merdivenlerden inmiş, kara güvertede yürümüş ve şimdi de kaptanın kamarasının önünde bekliyordu. Mürettebattan biri odalarına gelmiş, kaptanın kendilerini görmek istediğini söylemişti. İçeriden boğuk konuşma sesleri geliyordu. Dalga ve yelken sesi azdı, o yüzden konuşmanın bir kısmı dışarıdan duyulabiliyordu. Merak etme... Kaptanın sesiydi bu. Konuştuğu kişinin sesi duyulmuyordu. Muhtemelen ikiziyle konuşuyordu. Senin hatan değ... ...Bir olan …’lü başarabilir... Acele etmeleyiz. Ayak sesleri kamaranın tok ahşap zeminini kaplayan renkli halıda yankılandı ve kapı açıldı. Kaptanın ikizi neredeyse fark edilmeyen bir baş selamıyla yanlarından geçip gitti.

Onlarla bekleyen adam “Kaptan, konuklarınız kapıda.” diye seslendi.

“Ah evet, yoldaşlarım. İçeri gelin lütfen.”

Kaptanın kamarasına girdiler.

“Şüpheleriniz olduğunu biliyorum, ama o belli şüphelerin dışında umarım rahatlamışsınızdır.” Görmeyen gözlerini kapı tarafında bir köşeye dikmiş kaptan mesafeli bir yüz ifadesiyle gülümsüyordu. Renkli, bol elbiseler içindeki adam en az üçlü kadar dikkat çekiciydi. Kaderinin mistikliği suratına vurmuş, keskin yüzde insanlık dışı bir çehre oluşturmuştu. Üçlüden ses çıkmayınca devam etti. “Sizi rahatlatmak için ne lezzetli yemeklerim ne de çok konforlu kamaralarım var. Konuşacaklarımız da gönlünüzü hafifletmeyecektir.” Bu sırada, kör bir adama göre atik sayılan bir hareketle, masanın üzerindeki tepsiyi tam yerini görüyormuşçasına tutma yerlerinden tuttu. Tepside dört bardak kırmızı şarap vardı. “Size sunabileceğim en iyi şey şarabımdır. Ve temin ederim ki, tadında teselli bulacaksınız.”

“Evet, bayım. Şarabınız şimdiye kadar içtiğim hiçbir içkiyle kıyas edilemez.” diye yorumda bulundu Corum. Bardakları aldılar.

Erokose küçük bir yudum aldıktan sonra kötü niyetli olmayan bildik bir gülüş attı. “Sanki dünya dışı.”

Kaptan kafasını sese doğru çevirince omuzlarına inen kızıl sarı saçları hafifçe dalgalandı. Aynı gülümseyiş kaptanın yüzünde de belirdi. “Kafa karıştırıcı olduğunu biliyorum. Anlıyorum ki yol aldığımız sular hakkında uzun uzun tartışmışsınız. Evet, bu sisli deniz değişik dünyaların koylarına dalgalanır. Aslında, tek bir dünya ve binlerce boyut.”

“Öyleyse kaptan, söyleyin bize, geminizde daha önceden bulunmuş olabilir miyiz?” Soruyu soran Hawkmoon’du.

“Korkarım ki bunu tam olarak cevaplayamam. Olabildiğim kadar açık ve dürüst olursam, Hawkmoon, Erokose ve Corum adında savaşçılarla yelken açtığımızı söyleyebilirim. Biri daha vardı.”

Üçlü şaşkınlık ve rahatsızlık içinde kıpırdandı.

“Ama o kişilerin siz olduğunuzu söyleyemem. Öte yandan benim geçmişimde gerçekleşen, sizin geleceğiz de olabilir. Kader Denizleri zamandan bağımsızdır. Daha fazlasını açıklayamam. Şimdiden çok şey söyledim.”

Erokose umutsuzluk içinde inledi. “Ah, kesin cevap hiçbir zaman yoktur zaten. Daha önceden bu gemiye bindiğimizi söylüyorsunuz, ama bizim olduğumuza emin değilsiniz. Binlerce adım oldu benim, ve binlerce bana ait olmayan bedene girdim. Söyleyin kaptan, hangi ulu amaç bunu yaptırabilir ve nedenini bilmediğim bir savaşta yer almak ne kadar yücedir? Söyleyin lütfen...”

Hawkmoon ve Corum üzgün gözlerle Erokose’ye bakarken kaptan çaresizce arkasını döndü. “Sorularınıza verebilecek cevaplarım yok, şampiyon Erokose. Üzgünüm. Ve korkarım ki sizleri başka bir savaşa sokmak için bir araya getirdim.”

Üçlü, üzerlerine çığ gibi yığılan kaderleri karşısında yorgun ve üzgün, ses çıkarmadan kaptanı dinledi.

Kaptan kamarasının dairesel camından bir süre denize baktı. Görmüyordu ama gören bir insandan çok daha yoğun duygularla baktı, kalbiyle seyretti denizi. Koyu ahşap yer yer gıcırdıyor, geminin hafif sallanmasıyla ışık loş odada dans ediyordu. “Bir süre önce alıkoyuldum. Aslında, diğer Hawkmoon, Erokose, Corum -ve daha sonra tanışacağınız başka bir savaşçı- ile sonuçlandırdığımız bir görevden sonra. Bu görevden beri benim için sadece birkaç hafta geçmiş olsa bile, kendi boyutunda olanlar için yıllar geçmiş ve ya yıllar kalmış olabilir.

Acilen Tanelorn’a dönmemiz gerekiyordu. Ama hasmımız bizden önce oraya varmıştı ve bizi orada hazır şekilde bekledi. Ben alıkoyuldum. Düşman, gemiyi ele geçirdi ve ikizime zorla yelken açtırdı. Hedefine vardığında ikizimi salıverdi. Kendi ahlaki kurallarına göre, kendini normal bir yolcu olarak görüyormuş ve karaya çıktığında yolculuğu bittiği için ikizimi göndermiş. Sanırım, kendi yapısından dolayı da bize ve gemiye bir şekilde saygı duyuyor.”

“Düşmanımız tam olarak ne? Dediklerinizden bir insan olduğunu çıkarıyorum.” diye belirtti Hawkmoon.

“Kesinlikle hayır. Belli bir adı yok. Bilinçsiz evren onu Yüzü Olmayan Adam diye tanıyor. İnsan formunda olsa da bundan çok daha fazlası var. Yüzü Olmayan Adam bir avcı ve her bir avıyla evrenin simetrisini bozuyor. Nereden geldiğini ve neden ortaya çıktığını bilmiyorum. Son zamanlarda evrenler arası dokular o kadar bozuldu ve tersine döndü ki, bu sonsuz dokuların birbiri içine kayması sırasında serbest kalmış olabilir. Bu sadece bir teori. Avcı, Yasa ve Kaos tanrılarından ve onların güçlerinden tamamen bağımsız ve kendi de asla bir tanrı değil. Her bir avıyla yarattığı düzeni ve düzensizliği kendi istekleri doğrultusunda kullanıyor. Yasayı ve kaosu tanımayan bu yaratığın oluştaracağı yeni evrenin yapısını ve kurallarını kimse tahmin edemez, ama kesin bir şey var: o evrende bize yer olmayacak.”

“Tehlike büyük olsa da, bu bize uygun bir savaş gibi gözükmüyor. Demek istediğim, böylesine bir düşmanın önünde kılıçlarımızla durabileceğimizi sanmıyorum.” dedi Corum.

Erokose sessiz kalırken “Katılıyorum.” diye araya girdi Hawkmoon. “Tehdit bu kadar ciddi ise, neden daha üst dünyaların güçleri bu işe karışmıyor?”

“Çünkü büsbütün çaresizler. Ve bu sizin savaşınız. Tamamiyle sizin.”

“Avcı... O beni... bizi avlıyor.” Erokose neredeyse kendi kendine fısıldamıştı. Ama herkes duydu.

“Doğru bildin, Erokose. Şimdiden, birçoğunuzu kendi metotlarıyla yok etti. Boyutlardaki sebep olduğu bozulma kendini göstermeye başlıyor. Kader Denizleri’nde bile alışılmadık fırtınalar meydana geliyor. Bu bozulmanın bir başlangıç olduğuna dair büyük bir inanışım var.”

“Kendi dünyamda insanların olur olmadık şeyler görüp kıyamet alameti olarak yorumladıklarını duymaya başlamıştım. Süregelen savaştandır diye düşünmüştüm ama gerçek neden buymuş demek ki.” dedi Hawkmoon endişeyle.

“Ben de Tanelorn’u arıyordum. Ama rüzgarın fısıltısı ve yaşlı bir dervişin sesi şehrin tamamen kaybolduğunu söyledi.” Erokose’nin gözleri yılgınlıkla kısılmıştı.

“Evet. Yüzü Olmayan Adamın sapık mimarisi yavaşça yükseliyor. Gemimi kullanarak başka bir dünyaya girmeyi başardı. Son avı kendi yıktığı şehrin prensi olan bir albino, Melnibone’lu Elric. Erokose bu isme aşina olabilir.”

“Kadınöldüren Elric. Bazıları benim Kadınöldüren Elric olduğumu söylerler.” dedi Erokose omuz silkerek.

Kaptan başını hafifçe salladı. “Geç kalmamış olduğumuzu ümit ediyorum. Elric bilgedir ve şeytanlıkla dövülmüş olsa da güçlü bir kılıca sahiptir. Elric’e katılınca dörtlü olacaksınız. Anca o zaman Yüzü Olmayan Adam’a karşı savaşabilirsiniz. Karaya oldukça yaklaştık. Elric’in dünyasına demir atacağız. Orada dönmenizi bekleyeceğim. Umutsuz savaşlara giden askerlerin yollarını gözlemek acı verici ve zordur, ama bu kadarını yapabilirim ve zaten elimden başka bir şey de gelmez. Karaya çıktığınızda sizlere binek sağlayacağım.”

Corum derin bir nefes çekti. “İnsanlık adına, bu garip varlıkla savaşacağım. Ne beni ele geçirmesini ne de evreni değiştirmesini istiyorum.”

Hawkmoon’un alnındaki büyük iz, kaşlarını çatmasıyla kırıştı. “Ben de varım, çünkü tanımasam da çaresiz bir yoldaşı yarı yolda bırakmak istemiyorum. Melnibone’lu Elric’e yardım edeceğim.”

“Tüm insanlığa yardım etmiş olacaksın.” Kaptan, Erokose’ye döndü. Diğerlerinin de gözleri yorgun gözüken savaşçı üzerinde kilitlendi.

“Savaşacağım ama kendim için değil. İnsanlık umrumda ama insanlık için de değil. Başka çarem olmadığı için savaşacağım. Bu ezeli savaşın ordusundan ayrılmanın bir yolu olmadığı için savaşacağım.”

“Diğer sefer de yürekten söz vermiştiniz ve başarılı oldunuz. Tamam öyleyse. Üç Ezeli Şampiyon, insanlığa, üst dünyaların güçlerine ve bir başka Ezeli Şampiyon olan Elric’e yardım etmek için burada toplandı. Hawkmoon, Erokose ve Corum, bu gece iyi dinlenin. Şafaktan hemen sonra sisli denizden çıkıp yabancı bir dünyanın yabancı bir koyuna demir atmış olacağız.”

***

Yüzü Olmayan Adam doğuya yürüyordu. Ezeli Şampiyon’la olan savaşı hiç de beklediği gibi gitmemişti. Yaşadığı olayı yenilgi olarak düşünmüyordu; belki biraz hayal kırıklığı.

Nefes alışverişi hızlı ve düzensizdi. Her soluk verişiyle başlığındaki boşluktan karanlık bir bulut çıkıyor, etrafında şekilsizce dalgalanıyor ve gökyüzünü, ağaçları, otları ve toprağı, yaratmak istediği evrenin çarpık, çirkin bir izdüşümüne çeviriyordu. Soluk aldığında ise karanlık, her şeyi sahte bir hasarla bırakarak aniden boşluktan içeriye sıvışıyordu.

Melnibone’un Elric’ini kozmik ışıksızlığın en karanlık köşesine göndermek üzereyken kara kılıç aniden fırlamış ve yüzünün büyüyen boşluğunu delip geçmişti. Hissettiği acıya dayanabilirdi, geri çekilmesini sağlayan asıl neden şaşkınlıktı. Kara kılıç, Yüce Dünyaların Lordları’nın fırlattığı bir mızrak gibi üzerine gelirken ve kozmik çukurunu delip geçerken onu tam anlamıyla görmüştü. Elric’in, elinde nasıl bir kılıç tuttuğundan kesinlikle haberi yoktu ve belki de Lord’ların bile yoktu, ne Yasa’nın ne de Kaos’un.

Tahminine göre kılıç yakın bir düzleme saplanıp kalmıştı. Elric’le bir sonraki karşılaşmasında onunla savaşmayacak olmasına memnun kaldı.

Gece güne, gün ise geceye karıştı; karla beneklenmiş çayırlar, yaprakları dökülmüş çıplak ağaçlar geçildi ve Tanelorn’u saklayan kuzeydeki dağlardan akıp güneyde Virmil Boğazı’nın yakınlarına dökülen bir nehir de geride kaldığında çorak topraklar ufukta belirdi.

Yüzü Olmayan Adam, Ağlayan Virane’ye girdi.

Dinlenmek ve avını tamamlayacak bir sonraki savaşa hazırlanmak için mükemmel bir yerdi.

Kalesini getirmek için mükemmel bir yerdi.

Ağlayan Virane’nin kalbine yol aldı. Soğukla dövülmüş, çatlamış, öbek öbek olmuş topraklarda ve kıraç kumluklarda yürüdü. Susuzluğun kuruttuğu sonsuz gözüken bir ovada durdu. Zemin kuru toprak ve kumun karışımıydı. Kalesini, ısıtmasa da müthiş bir kasvetle parıldayan güneşin altındaki bu bozulmuş diyara kurmaya karar verdi.

Dünyanın göreceği en habis şeylerden birine gebe olan gün, doğurdu. Gece göğünde ne bir bulut ne de bir yıldız vardı: avcının yüzü kadar karanlık.

Derken Ağlayan Virane’ye bir çekiç gibi inen bir çığlık koptu. Çığlık Virane’yi bir turfan misali vurdu; kumlar topraktan koparıldı ve uluyan girdaplarla savruldu. Çığlığın gücüyle çığlar kuzey dağlarının eteklerini dövdü, ardında Tanelorn’da yanan tüm lambalar teker teker karanlığa gömüldü. Güneyde Mor Şehirler Adasını’na dev dalgalar çarptı, ötedeki Lormyr ve Pikarayd’da evlerin camları kırıldı. Çığlığın rüzgarı dev okyanus üzerinden batıya uçtu, Pan Tang’ın sonradan görme sapık büyücüleri korkuyla inledi, Tarkesh ve Jharkor’da insanlar yeri belli olmayan gazabın üzerlerine inmesini dehşetle beklediler.

Yüzü Olmayan Adam dizlerinin üzerine çökmüştü. Elleri yere değiyordu. Olmayan boğazından bir çığlık daha koptu ve başlığı açılıp nihai karanlığını ortaya çıkardı. Hafifçe titremeye başladı, titreme sarsılmaya dönüştü ve kozmik karanlıktan öğürme sesleri çıktı.

Sonra her şey dinginleşti. Ağlayan Virane’deki kum fırtınası, adamı çevreleyen alanda dindi ve mutlak bir sessizlik çöktü. Adam yere kapanmış vaziyette bekliyordu.

Ve kale gelmeye başladı.

Yüzü olması gereken siyah boşluğun içinden yüksek taş sütunların gıcırdamaları duyuldu. Uzaktan gelen bir yankı gibiydi; sanki sütunlar esniyor ve direniş inlemeleri çıkarıyordu. Sesler kesildi ve bir an sonra daha da yakından gelmeye başladı. Kocaman bir kaya kütlesinin bir dağdan aşağıya yuvarlanma sesi ve ardından demir blokların yankılanan içler ürpertici gacırtı sesleri. Metalden bir yaratık metal gırtlağından uluyordu.

Metalin ve taşın kesik kesik gelen bağırtıların üzerinde tek bir bariton ses hâkim oldu. Ses yeri titreterek karanlıktan dışarı taştı. Akıl almaz bir kütlenin havada asılı kalmak için verdiği mücadelenin sesiydi. Ve kütlenin bir ucu adamın yüzünün içinden beliriverdi. Adam sarsıldı ve bağırdı. Kalenin köşesi adamın normal ebatlardaki yüzünden çıktı. Köşe duvar enlere ve yukarı doğru büyüyerek çıkarken Yüzü Olmayan Adam’ın suratı hala bir insan suratıyla aynı ölçüdeydi. Adam metafiziğin de ötesine geçerken, hava boyutsal bir bükülmeyle dalgalanıyordu.

Duvarlar karanlık yüzden çıkarak hisarı meydana getiriyorlardı. Ensiz pencereler ve deli işi kabartmalar, kasvetli burçlar ve dar mazgallar gri renkli taşların üzerinde yükseldi. Devasa kale minicik bir yüzden çıkarak büyüdü. Kuleler de boyutsal kapıdan geçtiğinde, dev hisar Yüzü Olmayan Adam’ın önünde, havada süzülüyordu.

Bariton gürleme sesini çıkaran kütlenin altında Yüzü Olmayan Adam minnacık bir figür olarak durdu ve evine baktı. Başlığını örttü ve kollarını yana açarak kaleyi selamladı. Bir an sonra, en yüksek kulenin zirvesinden, Ağlayan Virane’nin çoraklığını seyrediyordu. Kale yıldızsız gece göğüne yükselmeye başlarken demirden şaklamalar duyuldu. Metalin metale sürtünmesinin yankılı gacırdaması kalenin tüm temelini sarstı. Metalden ağır zincirler temelin dört bir yanından, bir geminin demir atması gibi aşağı salındı. Kale yükselip başka bir düzleme karışırken, zincirler uluyarak gerginleşti.

Yüzü Olmayan Adam hisarın kulesinden, yeni geçtiği bulutsu paralel düzleme baktı ve ardından tatminlik içinde dinlenmeye çekildi.

***

Elric bulanık karanlıktan çıkmadan önce, eski bir rüyaya karışan, daha da eski bir rüya kadar yitik olan konuşma sesleri duyar gibi oldu.

“Onu buraya getirmemeliydin, Ithsakorr. Evimizin saflığı bir yabancının bakışlarıyla kaybolmamalı.”

Cevap veren Ithsakorr’un sesiydi, ama tüm sesler karanlığın içinde birbirine geçtiği için kesin söylemek zordu. “Onunla yolculuk ettim. Hakkındaki hikayelerde doğruluk payı olsa bile ona güveniyorum. Beni yanına kabul etti ve sırt sırta dövüştük!”

“Ithsakorr, yaşlılar kabiliyetlerine saygı duyuyor ama tecrübesizliğin tüm kabiliyetini gölgeliyor. Bu adam tek umudumuz olsa bile evimizi görmemeli. Gittiği çoğu yere yıkım getirdi.”

“Halen onu bize yardım etmeye ikna edemedin. Irkımız sonbaharını yaşıyor ama yaşlılarımız bir insan dostuna güveniyor.”

“Kılıcı kayıp. Artık yardım edebileceği bile şüpheli.”

Elric’in buğulu düşünceleri Ithsakorr’un kendi halkından birkaç kişiyle konuştuğu varsayımını kabul etti.

“Yardım edecek. Bizi yüz üstü bırakmayacak. Kılıç da, ki adı Fırtınayaratan, anladığım kadarıyla sahibini asla bırakmaz. Onunla bir şekilde tekrar buluşacak. Ama yaşlılarımızın bile ön göremediği bir tehlikeyle karşı karşıya kaldık. Boyutsal güce sahip bir düşman...” Ithsakorr ve diğerleri konuşmaya devam etti ama Elric ne dediklerini anlayamadı.

Albino’nun yarı baygın zihni hayret nidaları ve mırıldanmalar duyar gibi oldu. Baygınlığın karanlık yarığı tekrar açılıp kendisini yutarken dünya dışı bir dilde konuşmalar duydu. Sonra Ithsakorr, Elric’in konuştuğu dilde bir şeyler söyledi. Ne olursa olsun kendisini eve götüreceğiyle ve orada dinleneceğiyle ilgili bir şeyler. Ama cümleler yarıda çözüldü ve siyah bir şerite takılırken Elric anlamsızlığın içine kaydı.

“Elric... Lord Elric!”

Elric’in kızıl gözleri narin bir hat oluşturarak açıldı.

“Sonunda uyandınız.” Ithsakorr’un yabancı suratında hafif bir gülümseyiş vardı. Elric öksürerek etrafına bakındı. Düzlemyürüyücü adam küçük bir kamp ateşi yakmıştı ve bir şeyler kızartıyordu. Albino kalın uyku tulumunun içindeydi.

Elric yavaşça doğrulup omuzlarını dikleştirdi. Yaşadıkları minik bir an parçasında hatırlanırken, hızlıca etrafına bakındı. “Kılıcım.” dedi endişeyle. “Gitti.” Sonra garip bir şekilde güldü. Ithsakorr kaşlarını kaldırarak baktı. “Fırtınayaratan bizi kurtarmak için kendini mi feda etti?” dedi Elric kıkırdayarak. Aniden ciddi haline döndü. “Arioch’un beni uyarması boşuna değilmiş. O şey neredeyse beni içine çekiyordu.” Albino prens aceleyle ayağa kalktı. “İlk savaşımızdan galip çıktığıma göre onu yenebilirim. Geri çekildi, yaralanmış olabilir. Onu gafil avlamalıyım. İzini süreceğim.”

Ithsakorr da ayağa fırladı. Elric’in düz mantığını, hasımlarının verdiği çaresizlik karşısında kabul edilebilir buldu ama itiraz etti. “Biraz dinlenmeye ihtiyacınız var, Lord Elric. Düşmanı ben de gördüm. Öyle bir şeyle savaşabilmek için kendinizi hazırlamalısınız. Burası halkımın toprakları. En azından bir günlüğüne burada dinlenebiliriz.”

Elric’in diyecek bir şeyi yoktu. Düzlemyürüyücü haklıydı. Daha ayağa kalkarken başı dönmüştü ve kendini iyi hissetmiyordu. Karanlık getirenle savaşacaksa, buna hazır olmalıydı. Kılıçtan yoksun ve sihirli bitkileri de yanında olmadan bunun nasıl mümkün olacağını merak etti. Etrafına baktıkça kendi düzleminde olmadığını anladı. Sanki bulutların üzerindeydi.

Elric, Ithsakorr’un kızarttığı tavşan etine benzer etten bir parça yedi. Ardından, turuncu bir gökyüzü altında, bulutsu engebeli sonsuz bir ovada Düzlemyürüyücü’yü takip etti. Bastıkları zemin bulut değildi; ama gri toprak Elric’i şaşırtarak bulut gibi gözüküyordu.

Pirinç gökyüzünden çatının daha alçakta durduğunu fark ederken albino konuştu. “Ithsakorr, beni buraya getirmeseydin o şey yaralı da olsa hayatımı alabilirdi. Sana minnettarım.”

Derken nahoşluktan uzak bir sise girdiler. Sis ince kıvrımlarıyla vücutlarına dokundu. Birkaç adım sonra kalınca üzerlerine kapandı. Ne Ithsakorr ne de Elric bundan rahatsız oldu. Beyaz örtü yavaşça silikleşti ve iki adam, Düzlemyürüyücüleri’nin diyarına girmiş bulundu.

Sonsuz gözüken bir başak tarlası sis duvarının ötesinde uzanıyordu. Gökyüzü doğal olmayan, loş mavi bir ışıkla yıkanmıştı. Silik atmosfer uzak ve özlem dolu bir rüyaya ait gibiydi ve Elric’in gözlerinden birer damla yaş döküldü. Ithsakorr koşarcasına başakların arasına girdi ve coşkuyla ilerledi.

Elric ilerlerken tatlı bir meltem çıkageldi ve başaklar ağırca salındılar. Albino başakların ötesini göremiyordu; öyle geldi ki orada günlerce yürüyebilirlerdi. Ama alımlı tarlada bir saatlik keyifli bir yürüyüşten sonra başak denizinden çıktılar. Düzlemyürüyücülerin küçük şehri karşılarında duruyordu.

Ithsakorr sabırsız bir nefes koyverirken Elric etkilenmiş şekilde bakıyordu. Boyut gezginleri göçebe bir ırk için fazlasıyla uygar ve görkemli bir yerde yaşıyorduı. Ve göze fazlasıyla hoş gelen: küçük şehirde hiç taştan bina yoktu, yabancı mimarisini hissettiren her ev ahşap işçiliğinin zirvesindeydi. Evler yüksek değildi, birbirine yakın yapılmamıştı ve hepsinin üzerinde huzurdan vuku bulmuş müthiş bir aura vardı. Ahşap işçiliği görkemliydi –ve antik Melnibone’a fazlasıyla yabancı- ama görkem kesinlikle doğallığı yok etmemişti. Ahşabın her kıvrımında doğallığın zarifliği vardı. Birkaç da çadır vardı, eşsiz muşambaları renklerin muhteşem uyumuyla aydınlanmış, türlü değerli taşlarla süslenmiş.

Düzlemyürüyücü önde, Elric arkasında, yavaşça şehre yürüdüler. Yüzü Olmayan Adam, Elric’in gördükleri karşısında şimdilik gölgeli bir anıya dönüşmüştü. Sessizce ama hoş karşılandılar. Albino kendisine mesafeli yaklaşıldığını fark etti, Ithsakorr ise karışık bir duygu seliyle karşı karşıyaydı. Elric’in anladığı kadarıyla Düzlemyürüyücü adam bazılarınca saygı duyuluyor ve seviliyordu, ama bazıları da onu hor gören bakışlarıyla süzüyordu. İkisine hoş bir ev verildi, burada banyo yapacaklar ve ardından Yeşil Çadır’da yemek eşliğinde ağırlanacaklardı.

Elric, malzemeleriyle ve biçimleriyle kendisini şaşırtan kibar mobilyaların olduğu evde sıcak bir banyo yapıp rahatladı. Bir başka şaşırtıcı şey: hava, kendi boyutunun bu alt düzleminde oldukça güzeldi. Yatağının baş ucuna kendisi için bırakılmış elbiseler gördü. Böylece kendi kalın elbiselerini giymek zorunda kalmadı. Elbiselerin Melnibone tarzına benzediğini ve kendi sevdiği şekilde dikilmiş olduklarını fark etti. Düzlemyürüyücüler, kendisi hakkında ne kadar bilgi toplamışlardı? Elbiseleri kemik rengi teninin üzerine giydi. Teninden birazcık daha beyaz, neredeyse saydam tülden yapılmış bol bir üstlük ve onun parçası olan bir cübbe etekliğiydi. Üstlük, narin vücudunu nazikçe sarıyor, kollarına tam oturuyordu ve yüzünü bir eşarp gibi saran fularlı bir başlıkla bitiyordu. Boynundan salınan fularda kırmızı turuncu renkte yuvarlak desenler alt alta sıralanmıştı. Cübbe etekliği ise uzundu ve gri bulamaçlı beyaz renkteydi. Elric şimdi Melnibone’un zalim bir imparatoru gibi gözüküyordu.

Yeşil Çadır’a Ithsakorr’la beraber girdiler. İçerisi muazzam döşenmişti. Altından heykeller ve zümrütten abajurlar ve Elric’in ismini bile bilmediği nice taştan süsler vardı. Çadırın duvarları insanın bakarken içinde kaybolabileceği derinlikte perspektif taşıyan dokuma halılarla kaplanmıştı. Albino prens en çok tavanda gördüğü şeyden etkilendi. Bir sfenks değildi bu, ama en görkemlisini gölgede bırakacak, kumaş üzerine işlenmiş bir resimdi. Tüm tavanı kaplıyordu. Resim, Düzlemyürüyücülerin göçünü konu alıyordu. Yüzlerce melek benzeri muhteşem figür, ışıktan kanatlarını genişçe açmış, uzayın karanlığında yol alıyorlardı. Karanlığın kenarları görkemli alev ışıklarıyla alazlanmıştı. Yıldızlar zaman bükülmesiyle grotesk şekillere dönüşmüştü ama yine de hepsi güzel ve parlaktı.

Uzun bir masaya oturdular. Elric masanın bir ucuna oturmuştu. Ithsakorr Elric’in yakınında, masanın yan tarafının başında oturmuştu. Karşı uçta yaşlılardan biri oturuyordu. Masa nefis gözüken yemeklerle, benzersiz meyvelerle, kral şaraplarıyla, aromalı likörlerle, köpüklü biralarla ve başka âlemlerin içkeleriyle donatılmıştı. Zümrüt abajurların ışığı azalırken masadaki mumların alevi şahlandı.Yeşil Çadır, sadece masanın etrafı loş bir ışıkla parıldayacak şekilde gölgelere büründü.

“Kardeşlerimizden birinin geri dönmesi ve yanında saygıdeğer bir konuk olan Melnibone İmparatoru Elric’i getirmesinin şeferine burada toplandık.” Masanın orta kısımlarından biri, Elric’in oturmasından hemen sonra konuştu.

Masanın başındaki yaşlı, ağır bir tonda konuştu. “Hoş geldiniz, Lord Elric.”

“Teşekkür ederim, bayım. İhtiyacımız olandan –ve belki de hak ettiğimden- çok daha fazlasını sunuyorsunuz.”

“Yolculuğunuzdan dolayı aç olduğunuzu var sayıyorum. Yemek başlasın ve ardından konuşabiliriz.”

Elric bunun sadece toplu bir yemek değil, bir tür konsey olduğuna da karar kıldı. Ancak düşüncelerini bir kenara bıraktı ve yemek ile içkinin tadına vardı. Sonra yaşlı konuştu. “Ithsakorr’un anlattığına göre, yavuz bir savaş atlatmışsınız. Düşman sizin peşinizdeymiş ve Ithsakorr’un dikkatli intibasına göre boyutsal bir varlıkmış. Mahzuru yoksa bir de sizden duymak isterim.”

Elric anlattı.

“Anlıyorum. Efendileriniz ya bu aleyhtar hakkında irfanlı değil ya da çok ketumlar. Savaştığınız varlık hakkında sizin de bilginiz olmadığını görüyorum. Lakin hasmınızı geçici de olsa yenilgiye uğratmışsınız. Belki de zaman sizi aydınlatacaktır.”

Konu değişti ve başka şeylere kaydı. Elric, bu efsane halkın kendisini bir şekilde umut olarak gördüğünü hatırladı. Çevresindekilerin gözleri bunu ele veriyordu. Yine de bunun hakkında hiçbir şekilde konu açmıyorlardı . Albino etkilendi. Ithsakorr, bir dost olduğunu yanında geçirdiği süre boyunca kanıtlamıştı. Elric, hayatını kurtaran adama yardım etmeye karar verdi. Ama önce nedensiz varlığıyla Yüce Dünyaların Lordları’nı titreten, karanlık getiren adamla savaşını tamamlamalıydı.

Konuyu kendi açtı. “Açıkçası halkınız, -şu an harap olan- kütüphanelerimizde bile küçük satır aralarında, bir efsane olarak yer alıyor. Ithsakorr beni bulmasaydı, sizin gerçekten var olduğunuza ait bir bilgiye hayatım boyunca rastlamayabilirdim.”

Yaşlı yine ağır ağır cevap verdi. “Her göçebe halk, mahremiyeti sever. Yolları ister topraktan ister değişik boyutlardan geçsin. Ne çare ki ırkımız antik yaşam ağacına artık çok zor tutunuyor. Bizler, Düzlemyürüyücü ırkının sonbahar yapraklarıyız.”

“Ama niye? Nesliniz niye tükeniyor?”

“Bu cevap verilmesi zor bir soru, Melnibone’lu Elric. Senin soyun da, Imrryr yıkılmadan önce dermansız bir yozlaşma içinde tükeniyordu. Ancak onların yozlaşması kendi içlerinden geliyordu. Biz ise, çevremizdeki yozlaşmayı görmezden gelemiyoruz. Elem içimize işliyor.”

Evrenin yozlaşması Elric için küçük bir paradokstu. Evren yozlaşıyor, boyutlar çürüyor... Elric’in en aşina olduğu yozlaşma, bazı durumlarda kendi vicdanında olurdu.

“Ezeli savaşlar, çarpık kaos ve düzen delisi yasa, umursamayan entropi, öte kozmik güçlerin meseleleri ve yeni gelenekler bize göre değil. Bunlar göçebenin yaşam alanlarını yok eder. Göç edecek yer kalmadığında, oraya sonsuza kadar kök salarsın. Bir göçebe sürekli aynı yerde yaşayamaz. Birisinin yaşama şevkini öldürmekle eş değerdir bu.”

Elric, Ithsakorr’un sözünü ettiği Gardiyan’ın, gezgin halkı ne kadar zor durumda bıraktığını fark etti. Öte yandan ironikçe kendi yaşam şevkinden ne kadar kaldığını da düşünüyordu. Düşüncelerini dağıtmak için asıl söylemek istediği şeye daldı. “Ithsakorr beni bulduğunda oldukça çaresizdi. Hakkımda topladığınız bilgilerin çoğu doğru olsa da ben bir zalim değilim, bayım. Kötü kaderim tarafından güdülmüş olabilirim, ama zalimliklerim ya yanlışlıkla ya da hak edilene yapılmıştır. Masallara ait olmadığını keşfettiğim çaresiz bir ırka yardım etmek isterim. Ama zamansız çıkan düşman karşısında önceden uyarılmıştım. Kendi yıkımımı kimseye daha fazla bulaştırmak istemeyişimden, yardım teklifini geri çevirdim.”

Masaya fısıldaşmalar hakim olmuştu. Ithsakorr da albinoya konuyu burada kendi açtığı için şaşkınlık –ve de saygı- ile bakıyordu. “Ithsakorr güçlü ve...” Burada Elric hüzünle güldü, “...sadık. Hayatımı kurtardı. Onun adına, sizi alıkoyan Gardiyan’la savaşacağım. Karşılığında bir şey istemiyorum, bunu sadece öyle olmasını istediğim için yapıyorum.”

Masayı sarmalayan fısıldaşmalar yüksek sesli konuşmalara, hayret ve sevinç nidalarına döndü. Yaşlı’nın sesi herkesi sükûnete çekti “Öyleyse sana minnettarlığımızı sunmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Ödülden öte, bu işin ucunda acı bile bulabilirsin. Ithsakorr, neden mutlak göçümüzün hızlandırılması gerektiğini söylemiş olmalı.”

Elric başını sallarken ürperdi. Lakin kendi boyutunun sonunu belirleyen kötü yazgı, karanlık yüzlü adamla yapılacak savaşta yazılacaksa Düzlemyürüyücüleri hayal kırıklığına uğrayacaktı. “Ancak şunu belirtmeliyim ki, Lordum Arioch’un beni uyardığı varlığın izini sürüp onu yok etmekte kararlıyım ve önceliğim bu mesele olacaktır.”

Yaşlı, anlayışla kafasını salladı. “Yeşil Çadır, nice bin yıla şahit olmuştur ve bu uzun zaman boyunca nice az yabancı çadıra girip bu resim altında oturmuştur.” Kemikli bir el uzandı, ince bir parmak tavandaki muazzam resmi işaret etti. “O onurlu yabancılardan biri sensin, Melnibone’lu Elric, ve bize bu resimdeki zamanları geri veren kişi de sen olacaksın.”

Hafif bir meltemin tüm dertleri uzaklara götürdüğü bir akşamüstüydü. Elric, evin yarım daire şekilli, tırabzanlı balkonundan bakıyordu. Düzlemyürüyücülerin evi daimi bir yeşillik içinde kurulmuştu; başak tarlası hariç her yönde sonsuz bir düzlük vardı. Ebedi ovadaki tek yükseltiler seyrek ağaçlardı; hepsi bodurdu ama dünya dışı bir güzellikle filizlenmişlerdi. Gökyüzünde devamlı eflatun ve mor karışımı bir renk asılıydı, şehrin üzerine mahzunca yansıyordu. Güneş gözükmüyordu; ne sabahleyin ne de akşamüstü. Sadece ufuklar bulutlarla kaplıydı. Elric, koca bir düzlemde hayatın serpildiği tek yer olan şehrin yalnızlığını soludu. Gördüğü her ayrıntı minik şehrin izolasyonunu vurguluyordu.

Ahşap evlerin ortasında, çevresi rengarenk çiçeklerle kaplı küçük bir göl vardı. Gökyüzünün rengini gururla yansıtan göl yüzeyi, asma köprülerle ve yeşil sarmaşıklı çardaklarla kaplanmıştı. Lirik bir görüntüydü. Elric ortadaki çardaklardan birinde bir çift gördü. Bu Ithsakorr’du. Yanında, kar fırtınasının hırçınlaştığı gece sığındıkları esrarengiz handaki kırmızılı kadın vardı. Melnibone’nun İmparatoru Elric, aklı matemli eski düşüncelerde, biraz daha baktı ve gökyüzü bol yıldızlı bir geceye kayarken içeri girdi. Çardaklardaki ikili, şimdi karanlık birer siluete dönüşmüşlerdi, birbirlerine sokulup tek bir gölge oldular.

Kayıp şehirden ayrılırken arkalarından ne göz yaşı döküldü ne de bir veda sözcüğü edildi. Geldikleri gibi sessizce ayrıldılar, uğurlanmadan; ama saygıyla. Yaşlılar, iki yolcuya binek sağlamışlardı: tüyleri al al parlayan çok güzel iki at. Ithsakorr onlara rüzgâr atı demişti. Elric atların doğal olmadığını biliyordu. Başakların arasından sessizlik içinde geçtiler. Şafak henüz sökmemişti ve buzul mavisi bir alacakaranlık hakimdi. Ithsakorr, albinoyu kendi savaşında yalnız bırakmak istememişti. Elric bu kararı sükunetle karşılamıştı.

Sis duvarına girdiklerinde beklenmedik bir şey oldu. Az ilerlemişlerdi ki sisin içinde geniş bir gediğe denk geldiler. Sis, koca bir sütun olarak etraflarında yitti. Sütunun tam ortasında Fırtınayaratan zemine saplanmış duruyordu. Rüzgarsız havada uğursuzca sağa sola sallanıyordu, sanki sahibini gördü diye heyecanlanmış gibi. Elric atını yavaşça sürüp kılıcı topraktan çıkardı. “Kaderimiz nereye kadar beraber gidiyor, Fırtınayaratan? Benim sayemde kaç kişinin daha canını ve ruhunu alacaksın, kılıcım?” Rünlü kılıcı sırtındaki kınına koydu.

Üst ve alt düzlemleri boyutsal ipliklerle birbirine dokuyan gerçek düzlemdeydiler: Elric’in dünyasında. Savaşın olduğu yer yıldırımlarla dövülmüş gibiydi. Büyüyen karanlık ağaçları çarpıtmış, toprağı ve çimeni kömürleştirmişti. “Sanırım doğuya gitmiş. Bu yoldan uğursuz bir şeyin geçtiğini hissediyorum.” diye belirtti Ithsakorr, bir eliyle ormanın zıt yönünü işaret ederek.

Elric o yöne kısık gözlerle bir süre baktı. Bir iz yoktu. “Öyleyse doğu yoluna gidelim ve bir işarete rastlayacakmıyız bakalım.” Düzlemyürüyücü’nün keskin duyularına güvenmeliydi.

Güneş doğu ufkunda belilirken Troos Ormanı’nı arkalarına aldılar ve birkaç saat yükselen güneşe doğru at sürdüler. Kar bulutları toplandı ve tüm ışığı kesti. İnce beyaz örtünün kapladığı toprakta hiçbir iz yoktu. Düzlemyürüyücülerin kayıp kentinde kaldığı sürede tüm izler silinmiş olmalıydı. Kendi kendine kızdı ve umutsuzluğa kapıldı. Derken kara büyüyle dövülmüşçesine bozulmuş bir patikaya girdiler. Büyü çok şiddetli değildi ama doğanın narin yapısını etkilemeyi bilmişti. Ağaçlar kararmış ve solmuştu. Yerkabuğu ince çatlaklarla yarılmış, üzerindeki bitki örtüsü dipten gelen bir bozulmaya kurban gitmişti.

“Görünüşe bakılırsa düşman buradan geçmiş.” Ithsakorr etrafına korkulu gözlerle bakıyordu. “Nasıl bir varlık doğanın ta kendisini böylesine çürütebilir?”

Elric yol kenarında cansız bir ceylanın üzerine eğilmişti. “Bu bozulma, gücünün küçük bir göstergesi. Bilinçli yapıldığını bile sanmıyorum.”

Ithsakorr ince gözlerini Elric’e dikti. Albino derin bir nefes aldı. “Nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu tanrılar bile bilmiyor.” Sonra beklenmedik bir kararlılıkla bozulmuş patikanın içlerine çevirdi bakışlarını. “Yaratık beni istiyordu. Bunu kişisel bir mesele olarak görüyormuş gibi konuştu. Onu takip edip alaşağı edeceğim, Ithsakorr.” Dörtnala patikadan aşağı atıldı. Ithsakorr, albinonun bir mesele üzerindeki garip inadını şimdi daha iyi anlıyordu; çarpıtılmış yolda tek başına durup Elric’in arkasından bakarken. “Haydi kızım, koş! Kozmik tehlikenin içine sür kendini!” Yol, muhtemel felaketine gitse de Düzlemyürüyücü bir an için eğleniyor gibi gözüktü.

İki atlı, rüzgar atlarını doğuya doğru sürdü. Atlar doğa üstü bir hızla koştular ve yakalamaya çalıştıkları varlığın çürüttüğü diyarlardan geçtiler. Karlaak ve ötesindeki şehirleri doğudan ayıran azgın nehre geldiler. Yaz olsa nehirde karşıya geçebilecek sığ bir yer bulunabilirdi ama kışın acımasız yağışları nehir yatağını doldurmuştu. Elric, suyun sesi artarak yaklaşırken Karlaak’a sapmak zorunda kalacaklarını sıkıntıyla düşündü. Orada bir köprü vardı. Ama nehrin kıyısına geldiklerinde beklenmedik bir şey gördü. Kovaladıkları şey, etrafına saldığı hastalıkla nehirde geçtiği yeri dondurmuştu. Buzun birkaç santim aşağısında binlerce ölü balık hapis kalmıştı. Nehir hiçbir engel yokmuş gibi, taşmadan iki tarafta da akıyordu.

İhtiyatla geçtiler ve izleri takip edip kar örtüsünün ve bulutların çekildiği Ağlayan Virane’ye girdiler. Elric uzak sütunları gördüğünde atını hızlandırdı. Ithsakorr onların sütun olduğundan şüphelenmişti.

Sonunda oraya vardılar. Elric manzaraya hayretle bakıyordu. Boyutsal numaralara aşina olsa da Ithsakorr bile şaşkınlık içindeydi. Elric bakışlarını gökyüzüne dikti. “Sanırım onu bulduk. Yine de hiçbir şey yok.” Soru soran gözlerle Düzlemyürüyücü’ye baktı.

“Bu... Etkileyici.” diyebildi Ithsakorr.

Önlerindeki muazzam arazide dört büyük zincir simetrikçe dizilmiş, gökyüzüne çıkıyordu. O kadar kalınlardı ki her bir zincir kolonunun onlarca metre çapı vardı. Gıcırdayarak ağırca salınıyorlar, yılan tanrıları gibi görkemlice gökyüzüne doğru sürünüyorlardı.

“Uçları boş.” dedi Elric. Zincirlerin ucu bulutsuz gökyüzünde, hiçbir canlının çıkamayacağı bir yükseklikte salınıyordu. Sanki mavi çatıyı delip geçiyorlardı. “Tuttukları şey görünmez olabilir mi?”

“Bunu ilginç bulabilirsiniz, Lord Elric. Zincirler başka düzlemdeki bir yapıyı tutuyorlar. Avımızın evi.” Ithsakorr bariz bir hayranlıkla bakıyordu. Hayranlığı sonradan hafif bir korkuya dönüştü. “Bakın.” dedi toprağı göstererek. “Zemini nasıl zorluyorlar. Muhtemelen zincirlerin kökleri de başka bir düzleme tutturulmuş. Böyle bir şeyi görmeden inanmazdım.”

Elric atını yavaşça arazinin içine sürdü. Hayvan korkmuş gözüküyordu ama doğaüstülüğü sayesinde sakin kalabildi. Yer hafifçe titriyordu. Çok alttan boğuk bir gümbürdeme sesi geliyordu. “Bizi üst düzleme taşıyabilir misin, Ithsakorr?”

Ithsakorr kafa salladı. “Pekala. Lord Elric, kozmosun garip yaratığıyla savaşımız sonunda başlıyor gibi.” Düzlemyürüyücü saniyeler içinde muhteşem formuna büründü. Elric ışından kanatların parlaklığı karşısında gözlerini kapamak zorunda kaldı. Daha gözlerini kaparken bulunduğu yerin kendinden uzağa çekildiğini gördü. Ani bir ışık patlaması oldu ve Elric’in zihni, kasvetli bir dünyadaki devasa bir varlıkla doldu. Ithsakorr’dan acı dolu bir bağırış yükseldi.

“O neydi?” diye sordu Elric yerde tekrar eski formunda yatan adama.

Ithsakorr kaşları çatık ve aklı karışmış olarak ayağa kalkıp kendini toparladı. Atının dizginlerini kavradı. “Oraya geçemeyiz, Elric. Bizi engelleyen o şey değil. Bizi engelleyen Gardiyan’ın ta kendisi!”

Elric donukça mırıldandı. “Evinin bulunduğu düzlem bize ait değil öyleyse. Varlık, bu boyuttan bağımsız kendi düzlemine sahip.”

Ithsakorr gözlerini kıstı. “Ve bu boyuta demir attı. Seni yok etmeden de gitmeyecek... Oraya gitmemizin tek yolu Gardiyan’ı yok etmek, Lord Elric.”

“Öyle olsun o zaman.” Elric bu meselede niye bu kadar gönülsüz olduğunu bilmiyordu. İç güdüleriyle boğuştu ve belirsiz seslenişleri bastırdı. “Gardiyan dediğiniz yaratığın düzlemine. Bu işi hemen halledelim.” Dosdoğru Ithsakorr’un gözlerine bakıyordu.



Hiç yorum yok:

Kuşlar Nerede Ölürse

Rıhtım rüzgarında iki yeni şiir eşliğinde yeni bir hikaye savruluyor.

Kuşlar Nerede Ölürse, ve rıhtım sessizliğe bürünüyor.

Ekim 2007

Rıhtımda Yabancı

...Yabancının ayak sesleri bu uzak, unutulmuş rıhtımın taşlarında yankılanıyor. Yabancı yalnız. Soğuk havayı soluyor, tütün dumanı gibi çekiyor ciğerlerine derin derin. Rıhtım ışıkları sırayla dizilmişler, donukça yanıyorlar, seyretmek keder veriyor. Deniz bezgince ıssız iskelenin ayaklarını okşuyor. Katran renkli ahşap gıcırdıyor. Yabancı iskelenin ucunda, kıpırtısız. Rüzgar uğulduyor.

Berrak ve serin gecelerde ve puslu öğlenlerde ben de durdum orada. Denizden esen rüzgarı içime çektim, kahverengi bir sobanın ısıttığı rıhtım kahvesinden gelen kahve kokusu eşlik etti rüzgara. Deniz ötelere uzanıyordu. Cezbedici, kederli, durgun deniz... Başka nerede, nereye bakarken hayal kurabilirdim ki?

Şimdi yabancı duruyor iskelenin ucunda. Kara Hayal Rıhtımı'nda, denizin bir zamanlar bana fısıldamış olduğu hikayelerle beraber, ve tamamen tek başına...

***


Kara Hayal Rıhtımı'nın, bu kişisel hikaye ve şiir sitesinin beğenilmesi dileğiyle...


A. Erman Kulunyar

Şubat 2007

Sitede bulunan tüm yazıların ve resimlerin hakları sahiplerine aittir, çalan çırpan hunharca lanetlenecektir. Yazıları en iyi niyetlerimle sunsam da elimden gelenin en iyisi kesinlikle bu değildir. Hikayeleri istediğiniz şekilde bilgisayarınıza indirebilir, word’de daha okunaklı bir hale sokabilirsiniz.